Pazar, Kasım 06, 2005

Risale-i Nur Dersleri: 2 çıktı




A ç ı k l a m a l ı
------------------
YİRMİ İKİNCİ SÖZ / İKİNCİ MAKAM


Risale-i Nur’un tefekkür dünyasına girmek ve onun yöntemlerinde beceri kazanmak isteyenler için, 22. Söz paha biçilmez bir hazine değerinde.

Bu eser hakkındaki açıklama çalışmalarının ikinci cildini teşkil eden kitapta, Risale-i Nur metinleri küçük bölümler halinde ele alınıyor.

Her bölümde, kelime anlamları ve açıklamalardan başka, eserin izlediği yöntem üzerinde de duruluyor.

Gereken yerlerde, Risale-i Nur’un başka bölümlerine de göndermeler yapılıyor.

Bir süredir http://umitsimsek.blogspot.com adresinde dizi halinde yayınlamakta olduğumuz İkinci Makamın tümü birden bu kitapta, elinizin altında.

Birinci Makam ise, yine aynı dizi içinde, daha önce Risale-i Nur Derslerinin birinci kitabı olarak yayınlanmıştı.

Bu eseri kitapçılardan, NT mağazalarından ve aşağıdaki adreslerden temin edebilirsiniz:

Zafer Yayın Grubu: 212 – 512 80 80

http://www.zaferkitap.com

http://www.zaferdergisi.com

http://www.kitapyurdu.com/

Perşembe, Ekim 06, 2005

SADE HAYAT

ÖZGÜRLÜĞE VE ZENGİNLİĞE AÇILAN KAPI

Ekonomi, son yüzyılda insanların hayatına bir din olarak girdi ve onlara, tek bir hayat amacı gösterdi:

TÜKETİM!

Ve insanlar tüketmeye başladılar.

Reklamlarıyla kuşattı insanları bu yeni din. Televizyonlarıyla kıskıvrak yakaladı.

Bir süre sonra insanlar tüketmekten başka birşey düşünemez hale geldiler.

Ömürler tükendi, değerler tükendi, insanlık tükendi, çevre tükendi.

Tarihin bu en amansız diktatörlüğünden kurtulmanın bir yolu var:

Fazlalıkları atmak. Gürültüden, parazitlerden kurtulmak. Hız düşürmek.

Sonrası, hem dış dünyanın, hem iç dünyamızın güzellikleriyle baş başa, alabildiğine renkli ve zengin bir hayat.

Gönüllü sadelik konusunu Türkiye gündemine taşıyan kitap şimdi Zafer Yayınlarında.

_____________________________________________________________
SADE HAYAT
kitapçılardan, NT mağazalarından ve aşağıdaki adreslerden temin edebilirsiniz:

Zafer Yayın Grubu: 212 – 512 80 80

Çarşamba, Eylül 21, 2005

Tefekkür derlemeleri


B İ R K A L P

B İ R B A K I Ş
B İ R D Ü N Y A

Ümit Şimşek

Bir yıldız, bir bakışla bir çiçek olur.


Renk renk çiçekler doldurur uzayı, bir bahçe gibi.

Yerin çiçekleri, göklerin çiçekleriyle konuşur.

Nağmeler alınıp verilir uzayın sessizliğinde.

Yıldızlardan semazenlere bahar koroları eşlik eder bir küçücük gezegenin üzerinden.

İnsan, dile gelenleri kalbiyle dinler.

Bir çiçek, bir yıldız, bir kâinat, o kalbin içinde atar beraberce.


"Bakıp da görmediklerimiz"den yeni bir tefekkür demeti
Bir Kalp Bir Bakış Bir Dünya'da.

BİR KALP BİR BAKIŞ BİR DÜNYA'yı kitapçılardan, NT mağazalarından ve aşağıdaki adreslerden temin edebilirsiniz:

Zafer Yayın Grubu: 212 – 512 80 80

http://www.zaferkitap.com

http://www.zaferdergisi.com

http://www.kitapyurdu.com/

___________________________

TAKDİM


Hayalgücü, uygarlığın elimizden aldığı en önemli değerlerimizden biri oldu. Bir yandan gelişen teknolojinin herşeyi önümüze görsel olarak getirip sermesi, diğer yandan da hızlı hayat temposu ve bir adım önümüzü görmemize imkân bırakmayan geçim endişesi, bizi sürekli olarak katı gerçeklerle yüz yüze bıraktı ve hayal kurma yeteneğimizi küllendirdi. Artık bize gösterileni görüyor, onun ötesine uzanmıyoruz. Hattâ, onun ötesinde birşeylerin olabileceğine dair bir düşünce de neredeyse zihinlerimizden bütünüyle silinmek üzere.

Fakat hayalgücünden yoksunluğumuz, bizi gerçeklerden de uzaklaştırıyor. Çünkü gerçeklerin büyük bölümü, dünyaya bizim baktığımız yerden görünecek kadar küçük değil; o gerçeklerin herbiri bir dünyayı kuşatıyor.

Bir yağmur damlasını bütün yağmur damlalarıyla, bir çiçeğin açışını bütün çiçeklerle, bir yavrunun gülüşünü bütün gülenlerle beraber gözünüzün önüne getirdiğiniz zaman, gerçek dünya karşınızda belirmeye başlamış demektir. Ondan sonra, bu gerçek dünyanın gizemlerini birer birer çözmeye, çözmekle de kalmayıp tadmaya ve hazlarını alabildiğine bir zenginlik içinde yaşamaya başlayabilirsiniz.İzleyen sayfalarda, sizi böyle bir tefekkür gezintisine çağırıyoruz. Biz bu sayfalarda hayalgücümüzü kendi çapımızda kullanmaya çalıştık; siz de kendi hayalgücünüzü yanınıza almayı unutmayın sakın. Gerçi bu yazıların arasına biz de resimler serpiştirdik. Ancak bunları, tefekkür gezintisinde bir çıkış noktası olur ve size hayalgücünüzü tetikleyecek bir kısım ayrıntılar sunar ümidiyle yaptık.

Buyurun hayalgücü eşliğinde gerçekler dünyasına.

____________________________________________________

Kitaptan bir bölüm

DÜNYANIN TEBESSÜMÜ
Ümit Şimşek


Bir yıldız gülümser gecenin derinliklerinden.

Binlerce yıldızla birlikte gülümser.

Kimbilir kaç yıl, yahut kaç yüzyıl öncesinden bize ulaşan bir tebessümdür o.

Yıllar, yüzyıllar, çağlar birlikte seyredilir semada.

Bir parıltı birkaç yıl öncesinden gelir, onun hemen yanıbaşındaki milyonlarca yıl ötelerden...

Yıllar, yüzyıllar, çağlar birlikte gülümser.

Kâinatın ömrü bir büyük tebessüm olur gökyüzünde.

***

En yakın yıldızın ışığı, düyamıza dört yıldan fazla zamanda ulaşır.

Sonra gittikçe uzaklaşır yıldızlar. Yüzlerce, binlerce, on binlerce ışık yılı ötelere yayılır.

Bu bölgelerde, yine evimizden dışarı çıkmış sayılmayız.

30 bin ışık yılı ötede Samanyolunun merkezi, 80 bin ışık yılı kadar uzaklıkta da diğer ucu yer alır.

Ve Güneşimizle beraber en az 200 milyar yıldız, 100 bin ışık yılı genişliğinde bir galaksiyi doldurur.

***

Samanyolundan sonra görünen, artık yıldızlar değil, galaksilerdir.

Yüz milyar yıldız, birtek yıldız gibi görünür.

Onların en yakınlarından biri olan Andromeda, 2 milyon ışık yılı uzağımızda, yüz milyarlarca yıldızıyla beraber, gökyüzünün sayısız tebessümlerinden bir gülücüktür.

***

Daha sonrası, uçsuz bucaksız bir yolculuktur hem mekân, hem de zaman içinde.

Işıklar uçar galaksilerin birinden diğerine.

Duraklar arasında milyonlarca yıl geçer.

Sonra milyarlara çıkar yıllar ve galaksiler.

Milyarlarca galaksi arasında, milyarlarca yıl ötelerden alışverişler olur.

Tebessümler yankılanır semanın derinliklerinde:

Sessiz ve rengârenk.

En 100 milyar, belki bir trilyon, belki daha fazla galaksi, sayısız yıldızlarıyla beraber gülücükler alır, gülücükler verir.

Akıl almaz bir heybet, bir çiçeğin narinliğine bürünür, bir kâinat olur.

***

Bir yıldız gülümser gecenin derinliklerinden.

Bir yıldızla beraber, bir kâinat gülümser yüz milyarlarca yıl ötelerden.

Büyüklüğü akıllara sığmaz o tebessümün.

Sadece güzelliği seyredilir bir küçücük gezegen üzerinden.

Küçük gezegenin büyük kavgaları, hep o heybetli tebessümün altında cereyan eder.

Yüz milyarlarca galaksiden bir tanesinin içindeki 200 milyar yıldızdan bir tanesinin peşine takılmış bir küçücük gezegenin üzerinde birkaç saniyelik ömrü bulunan küçücük insanlar, her zaman paylaşılamayacak birşeyler bulurlar küçücük gezegenlerinin üzerinde ve kısacık ömürlerinde.

Ve kavgalarından elde ettikleri koca bir hiçle beraber hiçliğe karışırlar sessizce.

Gökler umursamaz onların ne gelişlerini, ne gidişlerini.

Yine gülümser yıldızlar. Yine tebessümler gönderir galaksiler.

Gökler her gece güler bu küçücük gezegenin üzerinde:

Bir gülüşün anlamını çözebilenler için.

Pazar, Eylül 11, 2005

Her araştırmacının başucu kitabı

ARAŞTIRMA TEKNİKLERİ


Hangi çapta ve hangi türden olursa olsun bir araştırma ile meşgul olan yahut olmayı düşünen herkesin karşılaştığı temel sorunlar:

Yeteneklerin denenmesi ve değerlendirilmesi.

Zamanın en verimli şekilde programlanması.

Konu seçimi.

Konulara yaklaşım tarzları.

Kütüphane ve internet araştırmaları.

Daha hızlı okuyup daha iyi anlama yöntemleri.

Gözlem teknikleri.

Röportaj, anket ve diğer araştırma araçları.

Not çıkarma, arşiv tutma.

Bilgilerin değerlendirilmesi.

Yazının planlanması ve kaleme alınması.

Amatör olsun, profesyonel olsun, her araştırmacının eli altında bulunması gereken bilgiler.

ARAŞTIRMA TEKNİKLERİ'ni kitapçılardan, NT mağazalarından ve aşağıdaki adreslerden temin edebilirsiniz:

Zafer Yayın Grubu: 212 – 512 80 80
http://www.zaferkitap.com
http://www.zaferdergisi.com
http://www.kitapyurdu.com/


ÖNSÖZ

Hangi türden ve hangi çapta olursa olsun, bilimsel bir araştırma ile meşgul olan herkes, bu faaliyetlerinde kendisine yol gösterecek ölçü ve yöntemlerin rehberliğine ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç, bilim dünyasında araştırma tekniklerinin ayrı bir disiplin olarak belirmesine yol açmıştır.

Bugün dünyada—ve bir ölçüde ülkemizde—araştırma tekniklerini gerek bütün halinde, gerekse belirli uzmanlık alanlarında ayrıntılarına inerek ele alan pek çok eser verilmiş durumdadır. Bu eserlerin ortak yanı, araştırma faaliyetinin içinde bulunan veya bulunmak zorunda olan kimselerin problemlerine cevap getirmeleridir. Bunun yanında, araştırma ile meşgul olmak arzusunu duyup da bu arzusunu henüz uygulama alanına çıkaramamış kimseler de vardır ve bunların arasında, muhtemelen, pek çok değerler gün ışığına çıkma fırsatı bulamadan kayıplara karışmaktadır.

Elinizdeki kitap, bu sınıfa giren okuyucuların ihtiyaçları göz önüne alınarak düzenlenmiştir. Özellikle ilk iki bölüm, bu bakımdan orijinallik arz etmektedir. Bu bölümlerde, yeteneklerin denenmesi, ortaya çıkarılması ve lâyık olduğu bir mecrâya yöneltilmesi, zamanın değerlendirilmesi, küçük zaman parçalarının programlı bir şekilde ortak bir hedefe doğru yöneltilmesi, çalışma şevkinin uyandırılması ve korunması, konsantrasyon gibi konular üzerinde durulmaktadır. Pek tabii ki, bütün bunlar, araştırmaya yeni yönelecekler kadar, önceden beri bu tür faaliyetlerin içinde bulunanlar için de faydadan hâli olmayacaktır.

Araştırma Teknikleri’nin bir başka özelliği, bilimsel araştırmanın maddî ölçüleri kadar, manevî sorumlulukları üzerinde de durmasıdır. Yine ilk bölümlerde, yetenek ve zamanın değerlendirilmesine paralel olarak bu konu da ele alınmış; ayrıca Üçüncü Bölümde, teknik veya sosyal alanlarda çalışan araştırmacılara bu konuda ışık tutabilecek prensipler üzerinde durulmuştur. Daha sonraki bölümlerde ise, araştırma faaliyetlerinin genel teknikleri, hemen her türlü araştırma için geçerli olabilecek bir şekilde incelenmektedir. Bu teknikler, doğrudan bir araştırma faaliyeti içinde bulunmayan kimseler için de, her çeşit okuma ve öğrenme faaliyetlerinde başvurulabilecek önemli ölçüler ortaya koymaktadır.

Kitaptan en yüksek ölçüde faydayı sağlamak için şu noktayı dikkatten uzak tutmamak gerekir:

Herbir bölümde verilen ölçüler ve bazan maddeler halinde sıralanan esaslar, ciddî bir şekilde incelenmeye, hazmedilmeye, sürekli egzersizlerle bir alışkanlık halinde yerleştirilmeye ihtiyaç gösteren prensiplerdir. Bu bakımdan, kitabı bir defa baştan sona okumakla yetinilmemeli; bu ilk okuyuştan sonra gerekli bölümler ayrı ayrı ve ayrıntılı şekilde çalışılmalı, uygulamalar yapılmalı ve bu uygulamaların sonuçları kayda geçirilip kontrol edilmelidir. Birtakım bilgilerle donatılmış olmak, bu bilgiler bellekte ne derece sağlam şekilde yerleşmiş olursa olsun, insanın bir anda mükemmel bir araştırmacı kimliğini kazanmasına yetmez. Bu teorik bilgilerin sürekli uygulamalarla yerleştirilmesi ve geliştirilmesidir ki, kişiye deneyimli bir araştırmacı özelliğini kazandıracaktır. Bu bakımdan, Araştırma Teknikleri’nin, araştırma ile amatör veya profesyonel şekilde meşgul olan herkes için bir başucu kitabı olacağı inancındayız.


İÇİNDEKİLER

Önsöz
1. Araştırma ve biz
2. Zamanı kullanmak
3. Konu seçimi
4. Kütüphane araştırması
5. İnternet araştırması
6. Okuma teknikleri
7. Gözlem teknikleri
8. Röportaj teknikleri
9. Diğer yollar
10. Yazıya geçiş
Ek: Dipnotları ve bibliyografya düzenleme

Salı, Ağustos 23, 2005

Bir iman hizmetinin doğuşu

BARLA MODELİ
Ümit Şimşek


Baharın en güzel yaşandığı Anadolu köşelerinden birinde, bir bahar günü başladı Risale-i Nur'un macerası.

Yazılan eserler, etrafında, insanları topladı pervaneler gibi.

Her kesimden, her anlayıştan okuyucular, onun satırlarında, kendilerini cennet gibi bir ülkede buldular.

Böylece, kendiliğinden bir okul ve bir hizmet modeli ortaya çıktı Barla'da.

Bu modelde yüzyılların arayışına cevap vardı.

Barla Modeli'ni kitapçılardan, NT mağazalarından ve aşağıdaki adreslerden temin edebilirsiniz:

Zafer Yayın Grubu: 212 – 512 80 80

http://www.zaferkitap.com

http://www.zaferdergisi.com

http://www.kitapyurdu.com/

_________________________________

Kitaptan

Önsöz


Uluslararası değerler üretmede, en azından son yüzyıllık kesit ele alındığında, çok ileri bir ülke sayılmayız. Tarihimiz her ne kadar bu konuda zengin bir kaynak teşkil ediyorsa da, geçmişle bağlarımızı koparan bir Milât anlayışı, bizi geçmişimizin uluslararası değerleri karşısında yabancı hale getirdiği gibi, yeni değerleri de ortaya güçlükle çıkarır hale getirmiştir. Bununla birlikte, Türkiye’nin Cumhuriyet döneminde ortaya çıkardığı değerler içinde hiç yabana atılmayacak isimlerin bulunduğu gözardı edilemez—yahut edilmemelidir. Bediüzzaman Said Nursî, bu isimlerin başında gelir.


Risale-i Nur Külliyatı adı verilen eserlerin müellifi ve aynı adla anılan akımın kurucusu olan Bediüzzaman, bu eserlerle ve bu akımla, dünyanın önde gelen bilim mahfillerinde bir gündem işgal etmiştir. Bugün Doğu ve Batı ülkelerinin—ki bunlara ABD, Kanada, İngiltere ve Avrupa ülkeleri dahildir—üniversitelerinde, gerek Müslüman, gerekse gayrımüslim bilim adamları tarafından, Bediüzzaman ile eserleri üzerinde akademik çalışmalar yapılıyor. Eserlerin tercüme edilmediği bir dünya dili ise hemen hemen kalmamış durumda. İki yılda bir Türkiye’de Risale-i Nur ile ilgili olarak düzenlenen uluslararası sempozyumlara, dünyanın dört bir yanından yüzlerce tebliğ gönderiliyor ve bunlardan ancak küçük bir kısmı sempozyumda yer alma ve tartışılma imkânı buluyor. Şu kadar var ki, dünyanın keşfettiği bir değeri kendi içinden bulup çıkarma konusunda Türkiye oldukça isteksiz durduğu gibi, akademik çalışmaların sayı ve kalitesinde de dünyanın bir hayli gerisinde bulunuyor. Hıristiyan teologların veya Üçüncü Dünya ülkelerinden bilim adamlarının kaleminden çıkan tebliğlerle boy ölçüşebilecek pek az sayıda bilimsel çalışma, Bediüzzaman’ın kendi ülkesinin üniversitelerinden çıkıyor.


Ne var ki, resmî çevrelerin hiç tanımak istemedikleri, akademik çevrelerin de gönülsüz davrandıkları bir konuda, halk, gündemi hiçbir zaman kaçırmadı. Risalelerin ilk telif ânından itibaren, her seviyeden ve her kesimden insanlar, bu eserlerin etrafında halkalanmaya başladı. Ve o günden bu yana, Risale-i Nur Külliyatıyla beraber, kendilerini “Nur talebeleri” olarak adlandıran bir akım ortaya çıktı.


Bu akıma kimi tarikat gözüyle, kimi cemiyet gözüyle baktı. Fakat Risale-i Nur hareketinin bu tanımlardan hiçbirine uymadığı, zaman içinde herkes tarafından görüldü. Gerçi bu hareket içinde çeşitli eğilimleri yansıtan örgütlenmeler veya cemaatleşmeler de ortaya çıkmış bulunuyor; ama, genel planda ele alındığında, Risale-i Nur hareketinin maddî veya manevî bir örgüt meselesi olmadığı da yine herkes tarafından kolayca görülebilecek bir vakıadır. Daha da öteye gidersek, Risale-i Nur’un bir akım sınırları içinde de hapsedilemeyeceğini söyleyebiliriz. Çünkü eserlerin bilimsel bir tabanı vardır ve kelâm ilmi adıyla anılan bir bilim dalında, farklı bir bakış açısı ve yeni bir üslûpla işlenen dersleri içermektedir. Bu nedenle, Nur Risaleleri, bugüne kadar ülke içinde ve dışında, pek çok farklı akımlar, gruplar, cemaat ve tarikatler içinde de kendisine okuyucu bulmuştur. Bununla birlikte, Risale-i Nur’ların telifinin başladığı andan itibaren, bu eserlerin etrafında bir hizmet modelinin teşekkül ettiği de gözden uzak tutulamaz.


Bu model, herhangi bir örgütsel niteliğe sahip değildir; kaydı, yaptırımı, tayin ve azil veya terfi gibi mekanizmaları yoktur. Ancak, bizzat Risale-i Nur Müellifi tarafından nitelikleri belirtilmiş bir modeldir ve arzu eden herkesin örnek alabileceği bir biçimde ortaya konmuştur. Bunun başarılı bir model olduğu ise, eserlerin ve hareketin bugün dünya çapındaki durumundan bellidir.


Risale-i Nur’un hizmet yöntemlerini, risalelerin bizzat kendilerinden ziyade, eserlerin telif ve neşri sırasında, Bediüzzaman ile talebeleri arasında cereyan eden yazışmalar dile getirmektedir. Özellikle, yazımın başladığı ve Külliyatın hemen hemen dörtte üçünün telif edildiği Barla yıllarında yazılan mektuplar, bu konuda son derece değerli tarihsel belgeler teşkil etmektedir. Bu mektuplar, daha sonraki yıllarda Bediüzzaman ve talebeleri tarafından bir araya getirilerek, Barla Lâhikası adıyla yayınlanmıştır.Elinizdeki kitap, 1926 baharında Barla’da telif edilmeye başlayan Risale-i Nur Külliyatını ve onun etrafında halkalanan insanların meydana getirdiği akımı, Barla Lâhikası içinde yer alan mektupların ışığında incelemeye çalışmaktadır.

Pazartesi, Ağustos 15, 2005

Herşeyin hikâyesini merak eden adam'dan

Kar çığlıkları
Ümit Şimşek


O gece kar yağışı sabaha kadar sürdü. Önceleri sakin sakin yağdı kar. Daha sonra tipiye dönüştü. Pencere pervazlarından uğultusunu işittiren şiddetli bir rüzgâr, kar tanelerini önüne katmış uçuruyor, bir o kadarını da yerden kaldırıp savuruyordu. Yere paralel şekilde uçuyordu kar taneleri; sanki hiçbiri inemiyor gibiydi. Fecrin ilk ışıkları vurmaya başladığında her yer beyaza bürünmüş, ortalık sakinleşmişti.


Ağaran günle birlikte, Cem kendisini dışarıda, karların üstünde yürürken buldu. Hiç uyumamıştı. Hafif bir kahvaltı eşliğinde birkaç bardak demli çayla uyanıklığını tazeledikten sonra sıkıca giyindi ve yeni günü karşılamak üzere karşı tepelere doğru yola çıktı.

Rüzgâr hızını kesmiş, kar ise hafiften yağmaya devam ediyordu. Işıkları birer ikişer yanmaya başlamış evlerin arasından, kimsesiz sokaklardan, kar altında birbirinden ayırt edilmez hale gelmiş arabaların yanından geçti. Gün ağarırken, karşı tepedeki mezarlığın içinde, karlara bata çıka ilerliyordu. Belli bir hedefi yoktu. Adımları kendiliğinden götürüyordu Cem’i. Belli ki, içindeki Uzaylı sessiz sadasız yönetimi ele almıştı!

Ağaçların hepsinde saf ve sade bir güzellik vardı bu sabah. Yapraksız dalların üzerinde biriken karlar, ağaçları kardan bir heykele dönüştürmüştü. Servilerin puslu sabah güneşi altındaki görüntüsü ise daha bir gizemliydi. Sipsivri göğe uzanan buzdan kristaller gibi dizilmişler, uzaklaştıkça buğulanan bir manzara resmediyorlardı. Arkadan belli belirsiz vuran güneş ışığı ise, bu yolun başka bir âleme açıldığını haber verir gibiydi.

Ve Cem yine bir başka âlemdeydi.


Önce yukarılara çıktı. Bulutların arasından bir küçük kar kristali seçti kendisine. Bu, kar tanesinin yapıtaşlarından biriydi ve bir toz parçacığının çevresine yapışan donmuş su damlacıklarından ibaretti. Ne damlacıkları sayabildi Cem, ne parçacıkları. Mahşerî bir kalabalığın, hummâlı faaliyetlerin ve büyük bir gürültünün tam ortasındaydı. Hiçbir şey yerinde durmuyordu. Herşey, her an, her yöne doğru hareket halindeydi.

Bütün bu faaliyetler arasında, nice beldelerin üzerinden geçti Cem. Tanımadığı yerlerdi buraları. Dağları, ovaları aştı. İnerken ise yalnız değildi. Yüzlerce kristal bir araya toplanmış, hep birlikte bir muhteşem mimarînin kuruluşunda yer almışlardı. Minyatür ölçekte, buzdan saraylardı bunlar—her köşesi nakış nakış işlenmiş saydam saraylar. İçleri hava doluydu. Hacim olarak onda dokuzluk bir kısmı hava teşkil ediyor; onu çevreleyen narin işlemeli saydam yapı ise hacmin ancak onda birini kaplıyordu.

Bir özelliği daha vardı saydam sarayların: Herbiri benzersizdi. Cem’in içinde bulunduğu yapı da, o güne kadar göklerde kurulmuş milyar kere milyar kere milyar kere milyar kar tanesinden biriydi. Ama daha önce onun tıpatıp aynısı hiç yapılmamıştı; herhalde bundan sonra da yapılmayacaktı.

Cem, buluttan ayrılışıyla yere konuşu arasında geçen o upuzun zaman içinde, milyonlarca kar tanesini, bir kar tanesinin içinden seyretti. Aydınlık bir uzaydaydı Cem. Yıldızlar vardı sadece. Gündüz vakti yıldızlar. Göz alabildiğince yıldızlar. Herbiri farklı, herbiri nakış nakış işlenmiş yıldızlar. Parıldayan kristaller. Kristallerden avizeler. Dönen yıldızlar, inen yıldızlar. Sağdan, soldan, yukarıdan, aşağıdan uçuşan yıldızlar. Yahut kristal saraylar. Hepsinin üzerinde de gideceği yer ve ineceği nokta yazılıydı.

Binlerce metre yukarıdan düşüşe geçtiğinde, yere çakılacağını sanmıştı Cem. Öyle olmadı. Kimi zaman sert rüzgârla savruldu, kimi zaman sakince indi. Ama hiçbir zaman bir düşüş değildi bu. Sonunda, filolar halinde, bir dağ tepesindeki orta büyüklükte bir krater gölü ile onun çevresindeki yamaçlara inen buzdan saraylar arasında, Cem de usulca yere kondu. Gölden çok uzak olmayan, dik bir yamaç düşmüştü onun payına.

Cem bir süre sessizliği dinledi. Farklı bir sessizlikti bu—konuşkan ve akıcı bir sessizlik. Sadece sesin yokluğundan ibaret bir hal değildi; farklı bir musikisi vardı. Daha önce kavak ağaçlarından dervişlerin zikrini, yahut dünya dolusu çiçeklerin duasını işittiği gibi dinledi bu musikiyi Cem. Bu sessizlik de bir zikirdi hiç kuşkusuz; anlatılacak ne varsa doyumsuz bir sükûnet içinde anlatıyordu: denizleri kaldıranı, bulutlara yükleyeni, rüzgârı göndereni, gökte yıldızlar yapıp usulca yere indireni, yeryüzünü bembeyaz örtülerle döşeyeni…


“Ya göl cephesinde durum nasıl?”

Cem’in içindeki Uzaylı, keşiflerini daha ötelere taşımak niyetindeydi.

“Gel,” dedi. “İstersen yıldızları bir de suyun altından seyredelim.”

Hiç itiraz etmedi Cem. Yamaçtan gölün altına inmek, gözünü bir yerden başka bir yere çevirmek kadar kolaydı. Gittiği yerde ise, Cem’i, kırk yıl düşünse aklının köşesinden geçiremeyeceği bir sürpriz bekliyordu.

Suyun üzerine konup çözülen yıldızlar değildi şaşırtıcı olan. Gerçi bu kadarı da seyre doyulmayacak bir manzaraydı. Fakat o yıldızların suya karışırken attıkları çığlıklar tarif edilecek gibi değildi! Tiz mi tiz, insan kulağının işitemeyeceği seslerdi bunlar. Belki çok ince bir çınlamaya benzetilebilirlerdi. Belki de suya atılan taşların yol açtığı halkalar gibi dağılan ve dağıldıkça zayıflayan bir tür çınlamaydı bunlar. Her an binlerce kar tanesinin suya konuşu ile birlikte gölün her tarafından gelen bu kar çığlıkları, gerçekten işitilmeye değer bir yankılanmaydı. Her tarafta çınlamalar vardı; sanki yer ve gök bir garip yankılanmadan ibaret hal almıştı. Bir başka halkanın tam ortasındaydı Cem, Uzaylısıyla ve Dünyalısıyla. Oysa gölün, dışarıdan bakıldığında, ne kadar sessiz ve durgun bir hali vardı! O sessizlik ve durgunluğun bağrında fırtınaların kopacağına kim ihtimal verir?

“Hiçbir şey göründüğü kadar basit değil” dedi Cem.

“Birşey ne kadar basit görünüyorsa o kadar karmaşıktır” diye cevpa verdi içindeki Uzaylı.

Galiba bir dünya kanunu daha keşfedilmişti: Birşey ne kadar basit görünüyorsa o kadar karmaşıktır. Cem bunu zihninin bir kenarına not etmekle yetindi. Doyumsuz bir seyahatin, yahut bir rüyanın tam ortasında idi; uyandırılmak istemiyordu.

“Manzarayı daha küçük bir ölçekte izleyelim istersen.”

Uzaylının teklifi Dünyalı Cem’e hiç yabancı gelmedi. Bu dünyada küçük ile büyük arasında bir fark bulunmadığını çoktan öğrenmişti. Az önce keşfettiği kanunu da dikkate aldığında, birşeyin küçüldükçe büyüyeceği sonucuna varabilirdi.

Bir kar tanesinin suya inişini, Cem, bir su molekülünün bakış açısından karşıladı.

Bir yıldızın inişiydi bu. Küçülen mekânda zaman uzadıkça uzadı. Bir saniyeye bir yıldızın hayatı yerleşti. Cem, ağır ağır, yıldızın bütün zerrelerinin suya batışını izledi. İşin aslı, iki farklı kılığa bürünmüş bir varlığın kavuşmasından başka birşey değildi. Çok önceleri, bu yıldız belki yine bu gölün bir parçasıydı, kimbilir? Belki buradan bir yolunu bulup denizlere akmış, belki bir çiçeğin yapraklarından süzülüp havaya karışmış, sonra kardan bir yıldız olmuş, sonra da dönüp buraya gelmişti. Titanic’in suya gömülüşünü canlandıranlar, gelsinler, bir de binlerce yıldızın bir krater gölüne gömülüşünü ekranlara taşımayı denesinler!

Kardan yıldız suya battıkça, şeffaf tuğlaları birer birer çözülüp suya karıştı. Derken, yıldız, içindeki kargoyu serbest bıraktı. Bu koskoca bir balondu. İçi suyla dolu bir balonun yere düşüşü sırasında aldığı şekillere benzer bir biçimde gerildi ve esnedi havadan balon. Su zerreleri ona yol verdi. Gerilmesi ve esnemesi bir konuşmaydı. O sözü su zerreleri kaptı. Zerreler, zerrelere iletti işittiklerini. Minik kulaklar sözü olduğu gibi işitti, hiçbir ayrıntısını kaçırmadan. Sonra da minik ağızlar olduğu gibi aktardı işitileni, hiçbir şeyini eksik etmeden. Zerrelerden halkalar kuruldu. Halkalar sözü birbirine iletti.

Sonra, işini bitiren balon yükseldi, yükseldi, gölün yüzeyinden uçup gitti başka bir halkaya, yahut yeni bir yıldıza doğru.

Bir kar tanesi, sonsuza yakın bir zaman dilimi içinde göle karıştı.

O zaman diliminde, zerrelerden zakirler, bir zikri sayısız ağızlarla tekrarladılar.

Dünya o sonsuzluk içinde bir gölden mi ibaretti, bir kar tanesinden mi?

Bunu kestirecek halde değildi Cem.

Yalnız emin olduğu birşey vardı:

Herşey ve her söz bir zikirden ibaretti, o kadar.


(Yazarın Zafer Yayınları arasında çıkan Herşeyin Hikâyesini Merak Eden Adam adlı kitabından alınmıştır. Kitap ile ilgili bilgiyi aşağıda, bir sonraki yazıda bulabilirsiniz.)

HERŞEYİN HİKÂYESİNİ MERAK EDEN ADAM

Dünyaya uzaylı gözüyle bakan
bir genç adamın keşifleri


Bir sonbahar günü, umulmadık bir karşılaşmayla başladı Cem'in serüveni.

O gün, Cem'in, kendi hayalgücünü keşfettiği gündü.

Derken, Cem'in içindeki Uzaylı birden uyanıverdi.

Sonrası bir dizi yolculuktu ardı arkası kesilmeyen.


Kitaptan
Önsöz


Modern hayatın temposu, bizi hayatın gerçeklerinden bir hayli uzağa düşürmüş bulunuyor. Nereye gittiğimizi bilmeden, niçin yaşadığımızı anlamadan, bu hayattan beklediklerimizi veya bu hayatın bizden beklediklerini düşünmeye fırsat bulamadan, sürekli olarak bir işten bir işe koşuşturmak suretiyle günlerimizi ve yıllarımızı tüketip duruyoruz. İşlerimiz ve koşuşturmalarımız arasında bize bir miktar zaman kalsa bile, bunları da başta televizyon olmak üzere modern hayatın oyalayıcı araçlarına kaptırmış bulunduğumuz için, mekanikleşmiş yaşama alışkanlıklarımız, bu zaman dilimini özgün bir şekilde değerlendirmemize imkân bırakmıyor. Zaten nice zamandır buna ihtiyaç da duymuyoruz. Hayalgücümüzü, buluş yeteneğimizi kullanmak gibi zorlu işlere soyunmaktansa, evimizin baş köşesindeki meş’um kutunun hazır hayalleriyle oyalanmak bize daha kolay geliyor. Böylece, günlerimiz ve gecelerimiz daha kolay tüketiliyor! Ve biz, bitmesini hiç istemediğimiz bir ömrü saat saat, gün gün ve yıl yıl yiyip bitirerek, erişmekten korktuğumuz sona bir an önce kavuşmak için koşuyoruz.


Hayalgücümüzü kullanmaya hiç gerek yok; çünkü önümüzde, modern hayatın diktiği hazır hayaller var: kazanmak, tüketmek, daha çok kazanmak, daha çok tüketmek, başkalarından daha çok eşya toplamak, başkalarının imreneceği—veya en azından bizi onlar karşısında küçük düşürmeyecek—ünvanlara sahip olmak, iyi semtlerde ve güzel evlerde oturmak, güzel giyinmek, güzel görünmek, güzel kokmak, ünlü olmak, filân marka araba kullanmak, falan yerde tatil yapmak… Bütün bu amaçlar da en ince ayrıntısına kadar bize televizyon reklamlarında, programlarında, dizilerinde ve haberlerinde tek tek gösterildiği ve zihnimize kazındığı için, bu konularda bile hayalgücümüzü kullanmak zorunda kalmıyoruz. Sadece gösterileni yapmak, yaşamak için bize yetiyor.

Ne var ki, hayalgücümüzü kullanmamakla, biz kendimizi hayatın gerçeklerinden uzak düşürmüş bulunuyoruz. Biz gerçek dünya sandığımız kuruntularla oyalanırken, asıl hayat, bütün gerçekliği ve canlılığıyla, bizim dışımızda yaşanmaya devam ediyor. Biz ise, gerçekle yüzleşmeyi ya hiç göze alamıyoruz; veya göze alsak bile bunu bir türlü başaramıyoruz. Çünkü bizi gerçek dünya ile tanıştıracak olan hayalgücümüzü kullanmasını unuttuk.

Elinizdeki kitap, hepimizin yetenekleri arasında bulunan ve en değerli varlıklarımızdan biri olduğunda hiç şüphe bulunmayan hayalgücümüzün üzerindeki külü silkelemeyi ve bu külün altındaki közü tekrar canlandırmayı amaçlıyor. Kitabın kahramanı Cem, içimizden biri. Onun, sizden veya benden veya ondan hiçbir farkı yok. Bununla beraber, Cem, hayalgücünün gücünü keşfetmiş bulunuyor. Ve bu keşif, onu, hepimizin ortak bir şekilde yaşadığı hayatın göz kamaştırıcı yönleriyle karşı karşıya getiriyor.

Takip eden sayfalar, sizi, Cem’in bu dünyadaki gezi ve gözlemlerine katılmaya çağırıyor. Onun buldukları size çok yabancı gelmeyecek; çünkü bunlar bizim dünyamızın gerçekleri. Ancak bu gerçeklerden bu kadar zamandır niçin bu kadar uzak düştüğümüz, yahut bu kadar önemli olayların bu kadar sadelik ve basitlik içinde nasıl gözlerden saklanabildiği konusu, hepimizi düşündürecek. Cem ile beraber bu gezilerde siz de pek çok keşifler yapacaksınız. Hattâ belki Cem’in bulduklarından daha fazlasını keşfettiğiniz zamanlar olacak. Bir şartla:Kitabın kahramanıyla birlikte yolculuğa çıkarken, hayalgücünüzü de beraberinizde getirmeyi sakın unutmayın.

Zafer Yayınları
Tel: 212 – 512 80 80Ankara Cad., 60/3 Cağaloğlu, İstanbul.
http://www.zaferkitap.com
http://www.zaferdergisi.com
http://www.kitapyurdu.com/

Salı, Ağustos 09, 2005

MEDYA İLE GELEN DÜŞMAN

Bir ülkü aranıyor
Ümit Şimşek
(Uçan Üniversite’den / Zafer Yayınları)



Polonyalılar, yüzyılı biraz aşan bir zaman içinde en az dört ayrı sömürgeci güç karşısında mücadele verdiler. Bu mücadeleler sırasında pek çok defalar, yardım umdukları yerlerden hıyanet gördüler: Napoleon onları bağımsızlık vaadiyle savaştan savaşa sürdü; Avrupa, ülkenin paramparça edilişini kayıtsız gözlerle seyretti. ABD ve İngiltere, Nazi işgalinden henüz kurtulmuş Polonya’yı Sovyetlerin ayakları altına serdi. Zamanın en güçlü devletleri ile karşı karşıya geldiklerinde, Polonyalıların, kendilerinden ve kendi millî değerlerinden başka güvenebilecekleri bir yer hiç olmadı.

Polonyalıların var olma mücadelelerinde, her yer bir savaş alanıydı: tavan araları, bodrumlar, ormanlar, çalışma kampları, üniversiteler, tersaneler, aşevleri, kreşler, müzeler, sokaklar... Her zemini ve her imkânı akıllıca ve cesaretle kullanan Polonyalılar, kültür savaşlarında hiçbir zaman mağlûp düşmediler—en azından komünizmin çöküşüne kadar.

Komünizmin çöküşünden sonra ise, virüs, Polonya’yı farklı bir yerden yakaladı. Ülke bir defa daha topyekûn bir kültür istilâsına uğradı. Ancak bu defa silâhlar hiç konuşmadı. Memleket topraklarını askerler işgal etmedi. Darağaçlarından, sürgünlerden, kamplardan eser de yoktu. Gelen, elini kolunu sallayarak geldi. Geldiği yerde de kendisini baş tâcı eden bir ev sahibi buldu.


Doğu bloku içindeki muhalefetin önde gelen isimlerinden Vaclav Havel devlet başkanlığına seçilirken, Polonyalı edebiyatçı Adam Michnik kendisine şu soruyu sormuştu: “Alkışlar bitip de ıslıklar başladığında kendini nasıl hissedeceksin?”

Alkışlar gerçi hiçbir zaman tükenmedi. Sadece, başka tarafa yöneldi. İnsanlar, kendilerini yarım asır önce Sovyetlerin eline teslim eden Amerika’ya, yarım asır sonra Sovyetlerin elinden kurtaran bir dost olarak yöneldiler ve onun tarafından gelen herşeye kucak açtılar.

Polonya dilinin yasaklandığı dönemlerde lisanlarını öğrenmek ve yaşatmak için hayatlarını tehlikeye atanlar, bu defa, gönüllü olarak yabancı bir dili benimsediler. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında caddelerdeki Lehçe dükkân tabelalarını Ruslar polis zoruyla değiştirmişti; komünizm sonrasında ise insanlar bunu kendi arzularıyla ve iyi birşey yaptıklarına inanarak yapmaya başladılar. Tabelalarla beraber konuşma dili de değişmeye başladı; günlük hayat İngilizcenin istilâsı altına girdi. Artık Amerikalılara ait ne varsa bir mükemmellik simgesiydi Polonya halkının çoğunluğu için. Kariyer, başarı, özgürlük, demokrasi, hattâ fazilet, Amerika ile eşdeğer kavramlar haline geldi. Ve Amerikalılarla beraber, Polonya’ya herşey birer birer geldi: McDonalds, Coca Cola, Marlboro, derken sinema, derken, televizyon, derken şiddet ve seks... Amerikan yapımları ekranları öylesine kapladı ki, devlet, radyo ve televizyonlara, yayınlarının yüzde 30’unu yerli yapımlara ayırma mecburiyeti getirdi. Ancak Amerikan yapımları, kendilerine tanınan yüzde 70’lık kontenjanı doldurmakta hiç zorlanmadılar. Siyasal alanda da Amerikancılık hemen hemen hiç muhalefetle karşılaşmadı. Öyle ki, birçokları, Polonya’yı, “Amerika’nın batması imkânsız uçak gemisi” olarak tanımlamaya başladı.

Tüketim kültürünün en güçlü silâhı televizyondu. Ve dünyanın geri kalan kısmı gibi, Polonya da bu silâh karşısında savunmasızdı. Seks-pembe dizi-şiddet üçlüsü, Polonya ve diğer Doğu bloku ülkelerinin televizyonlarında da bütün bir halkı esareti altına almakta zorlanmadı. “Kendimize yeni bir ilâh edindik,” diyordu Çekoslovakyalı edebiyatçı Ivan Klima. “Onun adı, Eğlence.”

Eğlence ve onunla birlikte gelenlere talep yükselirken, eski değerlerin popülaritesinde de aynı hızla düşüş yaşanmaya başladı. Lenin Tersanesinde Mickiewicz’in şiirleriyle ağlayan işçiler yok artık; buna ihtiyaç da kalmadı. Edebiyat ve tarih, en güç anlarda Polonyalılara kim olduklarını hatırlatıyor ve bütün dünyaya karşı direnme azmi aşılıyordu. Derken, birden bire, kendilerini sınırsız bir özgürlükle karşı karşıya buldu Polonyalılar. Engeller yok olmuş, mücadele edecek birşey kalmamıştı. Böylece, yoğun bir mücadele dönemi, birden bire, bir idealsizlikle bıçak gibi kesilivermişti.

Fakat kâinatta boşluk olmaz. Polonyalıları en güç anlarında birleştirdikten sonra en rahat zamanlarında terk edip gitmiş olan ideallerinin arkada bıraktığı yeri, Amerikancılık hemen dolduruverdi.

Birçokları bugünkü duruma geçici bir dönem olarak bakıyor. Belki bir şaşkınlık dönemi. Belki bir iki nesil, bu şaşkınlık içinde kaybolup gidecek ve sonra Polonyalılar, daha önce olduğu gibi, kayıp değerlerinin inşasına bir daha sıfırdan başlayacaklar. Veya, silâhlı ayaklanmaların sonuç vermediğini görüp de Organik Çalışmaya yöneldikleri gibi, bugünkü durumdan kurtulmak için de yeni bir yöntem geliştirmek gerektiği sonucuna varacaklar. Muhtemelen de bugün yurttaşlarını bu kültür istilâsından kurtarmak için alabildiğine özgürlük içinde avazları çıktığı kadar bağırıp da bir türlü sesini işittiremeyen bir azınlık, yine böyle bir oluşumda çekirdek görevini yerine getirecek.

Ama, ne olursa olsun, Polonyalılar, herşeyden önce, kaybettikleri şeyi bulmak ve kendilerine ulusal bir ülkü edinmek zorundalar.Onu buluncaya kadar da herhalde Amerikan idealleriyle idare edecekler.

(Uçan Üniversite hakkında bilgi edinmek için, aşağıda yer alan

"Uçan Üniversite Hakkında Bir Değerlendirme"
"Uçan Üniversite'den"
"İnanılmaz Bir Sivil Direniş Macerası"

başlıklı yazıları okuyabilirsiniz.)

Pazartesi, Ağustos 08, 2005

YENİ ÇIKTI


Risale-i Nur ışığında
CEVŞEN MEÂLİ
Ümit Şimşek


Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı için "Kur'ân'dan tereşşuh etmiş ve bir cihette Cevşen'den feyiz almıştır" diyor.

Gerçekten de, iman hakikatleri ve marifetullah dersleriyle benzersiz bir eser olan Risale-i Nur'un her sayfasından, insan buram buram Cevşen'in kokusunu alıyor.

Risale-i Nur Müellifi, Cevşenü'l-Kebîr'in metninden de
birkaç cümlelik bir bölümünü, bir nümune olarak
tercüme etmiş ve eserlerine almıştır.

Bu kitapta, Bediüzzaman'ın tercümesi ışığında ve Risale-i Nur Külliyatının tamamı taranmak suretiyle, Risale-i Nur'un üslûbuna uygun bir şekilde Cevşen'in bir meâli verilmeye çalışıldı.

Baskısı tükenen ve uzun zamandır ısrarla aranan bu eserin yeni baskısı şimdi kitapçılarda.

Kitap sayfasından alınan resmi büyüterek incelemek için resmin üzerine tıklayınız.

Zafer Yayınları
Tel: 212 – 512 80 80
Ankara Cad., 60/3 Cağaloğlu, İstanbul.

http://www.zaferkitap.com
http://www.zaferdergisi.com
http://www.kitapyurdu.com

CEVŞEN HAKKINDA

BENZERSİZ BİR İNANÇ REHBERİ
Ümit Şimşek

Kulluk, bütün mahlûkatın asıl yaratılış nedenidir. Bununla birlikte, âyet-i kerime, bu konuda cin ve insanlardan özel bir surette bahsetmek suretiyle, onların başka birşey için değil, ancak Allah’a kulluk etmek amacıyla yaratıldıklarını vurgulamıştır. Gerçekten de, insanın kulluğu, onun yaratılışı ve yetenekleri dikkate alındığında, çok kapsamlı bir kulluk olarak ortaya çıkmakta ve böyle bir vurguya liyakatini açıkça göstermektedir.

Maddî ve manevî yetenekleri, zâhir ve bâtın duygularıyla birlikte bir bütün olarak ele alındığında, insan, en azından bizim bildiğimiz kadarıyla, kâinatın en kapsamlı varlığı olarak ortaya çıkar. Bir anlam dile getiren, bir güzellik yansıtan, sanattan haber veren herşey, her varlık, her kavram, insanın varlığında bir karşılığa sahiptir. Eğer göklerde sayısız galaksilerle tablolar resmedilmişse, bunu hayranlıkla izleyecek, onu inceleyecek, sırlarını çözecek ve bu muhteşem tablo karşısında hayranlığını dile getirecek insan vardır. Eğer semânın o sayısız yıldızlarından biri her sabah ve her akşam bir mavi gezegenin ufuklarında dakika dakika değişen manzaraları bir film şeridine sarıp oynatıyorsa, böyle bir gösteriyi anlayacak, takdir edecek, ondan çeşit çeşit hazlar alacak, sonra da bu duygularını ifade edebilecek sadece insan vardır. Yeryüzünün karalarında ve denizlerinde, bu âlemin maddesinde ve mânâsında görülecek, işitilecek, tadılacak, koklanacak, yaşanacak, anlaşılacak, hissedilecek ne kadar güzellik varsa, hepsinin insanda bir karşılığı vardır. Onlardan kimini gözüyle seyreder insan, kimini kalbiyle dinler. Kimini aklıyla inceler, kimini ruhuyla yaşar. Kimini ağzıyla tadar, kimini kulağıyla işitir. Bu haliyle bir insana, bir de kâinata bakan kimse, hiç zorlanmadan bir sonuca varacaktır:

Bu kâinat, bütün güzelliklerinin diliyle soyut ve münezzeh bir güzelliği anlatan bir kitaptır; bu insan da o kitabı bütün incelikleriyle okuyup anlayabilecek bir muhataptır.

“Cemîl-i Zülcelâlin nihayet derecede güzel olan Esmâ-i Hüsnâsının güzellikleri ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş” derken, Bediüzzaman, aynı zamanda bir kâinat tanımı yapmıştır. Aslında bundan daha özlü bir kâinat tanımı düşünmek de imkânsız gibidir. Çünkü varlık âlemi, bütünüyle, İlâhî isimlerin birer aynasından ibarettir; İlâhî isimler ise, “hüsnâ” sıfatında da vurgulandığı gibi, güzeldir, güzelliktir, bütün güzelliklerin kaynağıdır. Böylece, insan, kâinattaki güzellikleri birer birer ölçmekle, tanımakla, terennüm etmekle, aslında İlâhî isimlerin sınırsız güzelliklerinde bir keşfe çıkmış olmaktadır. Bu sonsuz ve doyumsuz keşif gezisinin eğer bir özetini yahut haritasını çıkarmak gerekirse, işte o Cevşenü’l-Kebîr olur.

Cevşen, binlerce yıllık bir kâinat yolculuğunda görebileceği ne varsa hepsini birden sunar insana. Ve gördüklerini nasıl yorumlayacağını, nasıl anlayacağını öğretir. Onu sürekli bir şekilde okumayı itiyat edinen insan, artık göklerin azametiyle gözyaşının narinliğini, dağların içinde saklananla gönüllerde gizleneni, danenin açılışıyla haşrin doğuşunu bir arada görecek ve tefekkür edecek hale gelir. O artık “Kâinattan Hâlıkını Soran Seyyah”ın tâ kendisidir; her kapıyı çalar, herşeyle ve herkesle konuşur; hepsinden Rabbinin güzelliklerini dinler. Elini açtığı anda artık o bir huzurdadır; aracı aramadan, sıra beklemeden, küçük büyük demeden, gizli ve açık bütün dileklerini bir bir sunar ona. Eğer istediği bir küçük lokma ise, O her canlıyı rızıklandırandır. Bir elemden kurtuluş ise, O bütün gamları kaldırandır. Çok küçükse, O herşeye nüfuz eden kudretin sahibidir. Çok büyükse, herşey Onun azameti karşısında boyun eğmiştir. Cennet ise, Onun ülkesidir. Sohbet ise, O en hayırlı yar, en güzel ülfet edilen dosttur. Kolaylıksa Ondan gelir; yardımı O gönderir; yağmuru O yağdırır; bebekleri O doyurur; yaşlılara O acır; O öldürür; O diriltir; O sever; O sevdirir. Cevşen’in tefekkürünü yakalayan bir insanın, kâinat yolculuğunda artık pek az şeye ihtiyacı var demektir.

Cevşenü’l-Kebîr, aynı zamanda, bir itikad rehberi olarak da benzeri olmayan bir eserdir. Klasik kitaplarımızın akaid bahislerinin bu konuda ne kadar yetersiz kaldıkları, ders verdikleri inancın bir türlü hayata geçirilemeyişinden bellidir. Zaten bu konudaki ihtiyaç uzun zamandır ilâhiyatçılarımızın birçoğu tarafından dile getirilmektedir. Gözlerden kaçan şey ise, Cevşen’in ve ondan süzülen eserlerin bu konudaki başarıları olmuştur. Oysa Cevşen’in içerdiği hakikatlerle imanını güçlendiren ve sürekli tazeleyen insanların, hattâ kitlelerin durumu, Allah’a iman hakikatinin nasıl bir muhtevâ ve denge içinde ders verilmesi gerektiğini bütün açıklığıyla göstermektedir.

Cevşen’in bu benzersiz etkisi, onun semavî kaynaklı oluşu kadar, içerdiği ifadelerin büyük ölçüde Kur’ân’dan alınmış olmasıyla da ilgilidir. Hattâ birçok tabir, aynen Kur’ân’dan alınmak suretiyle Cevşen’in cümlelerinde formülleştirilmiştir. Altmış altıncı ukdenin cümleleri, bu konuda güzel bir örnek teşkil eder. Bu ukdenin birinci cümlesi Kur’ân 8:7 ve 10:82’de, ikinci cümlesi 13:41’de, üçüncüsü 10:107’de, dördüncüsü 8:24’te, beşincisi 9:104 ve 42:25’te, altıncısı 20:109 ve 34:23’te, yedincisi 39:67’de, sekizincisi 16:125, 53:30 ve 68:70’te, dokuzuncusu 13:13’te, onuncusu da 7:57’de yer alan ifadelerdir. Doğrudan Kur’ân’da yer almayan ifadeler ise, diğer ifadelerin ayrıntılı birer açıklamasını teşkil etmektedir. Netice olarak bütün bu tanımlar, Kur’ân’ın tasvir ettiği bir ulûhiyet tarifini dile getirmekte ve varlık âleminin her tarafını kuşatan ve hayatın bütün alanlarına nüfuz eden bir inancı formülleştirmektedir.

Bütün üstünlüklerine rağmen, Cevşenü’l-Kebîr de maalesef birtakım tenkitlere uğramaktan hâli kalmamıştır. Ancak peşin olarak belirtelim ki, bu tenkitlerin en aşırısı bile Cevşen’in içeriğinde bir kusur bulamamaktadır. Tenkitçiler, daha ziyade, bu eserin, Hz. Peygamberden gelen bir rivayete dayandırılamayacağını ileri sürmektedirler ve itirazları, somut delillere değil, sadece kanaatlere dayanmaktadır.

Bu itirazlar, hemen hemen hiç değişmeyen bir şekilde, “Cevşen’in Şiî kaynaklarında yer aldığı” tesbitiyle başlar. Bu da bilimsel bir tenkitten ziyade, bir lekeleme yöntemini ele vermektedir. Çünkü böyle bir tesbitten “Cevşen’in sahih olmadığı” şeklindeki bir sonuca varmak için, herşeyden önce, temelde, “Şiî kaynaklarında yer alan herşey uydurmadır” şeklinde bir önermenin bulunması gerekir ki, böyle bir önermeye hak verecek bir akıl ve insaf sahibinin yeryüzünde mevcudiyetine ihtimal vermek pek güçtür. Bu itirazlar, Cevşen’in sıhhatine gölge düşürmekten ziyade, bir kısım Ehl-i Sünnet âlimlerimizin, Şiîler tarafından benimsenen herşeyi peşin olarak reddetme şeklindeki bir taklit geleneğinin ipuçlarını vermektedir.

“Cevşenü’l-Kebîr çok uzun bir münacattır; dolayısıyla bunun hafızalarda saklanarak rivayet edilmesi imkânsızdır” şeklindeki itirazlar da telâşla öne sürülmüş birer bahaneden öteye gitme şansına sahip değildir. Çünkü bu iddiayı kabullenmeden önce de, yukarıdakine benzer şekilde, iki önermeyi peşin olarak benimsemek gerekir: (1) “Hz. Peygamber zamanında hiçbir hadisin yazılmamış olması”; (2) “Cevşen’i ezberleyebilecek bir hafızaya malik hiç kimsenin bulunmaması.” Oysa tarih, her iki önermenin de yanlışlığını bize açık şekilde göstermektedir. Bir kısım hadislerin Hz. Peygamber zamanında kayda geçirildiğini, bazı Sahabîlere Hz. Peygamberin hadisleri yazma izni—hattâ emri—verdiğini biliyoruz. Bunun yanı sıra, Kur’ân’ın inişinden önce İlâhî kaderin yüzyıllarca Arap toplumunu (1) belâğat, (2) hafıza yönünden bu eseri karşılayabilecek hale getirinceye kadar terbiye ettiğini ve sonunda o devir Araplarının en küçük bir belâğat nüktesini bile ilk bakışta çözebilecek bir seviyeye erişirken, bir yandan da, uzun çöl yolculuklarında deve üstünde iken hafızalarından satranç oynayacak bir hafıza gücüne kavuştuklarını da biliyoruz. Neticede, başta hadis olmak üzere, o zamanın insanları tarafından şifahî olarak nesilden nesile nakledilen ve uzunluk itibarıyla Cevşen’den aşağıya kalmayan pek çok metinler bulunmaktadır. Kişilerin başkalarını, özellikle başka toplumları ve başka zamanları değerlendirirken, herkesi kendi kavrayış ve kendi yetenekleriyle sınırlı telâkki etmemelerinde yarar vardır!

Tenkitlerdeki bir başka âşikâr mantık hatâsı da Cevşen’in faziletine dair rivayetlerdeki abartıların ele alınışında görülmekte ve “Bu rivayetler aşırı derecede abartılı ve uydurmadır; dolayısıyla Cevşen de uydurmadır” şeklinde bir sonuca varılmaktadır. Oysa, Cevşen’in sıhhatinin, onun faziletine dair rivayetlerin sıhhatine bağlı olmayacağı, her aklıselim sahibinin hemen kabul edeceği bir gerçektir. Nitekim Kur’ân’ın ve sûrelerinin faziletlerine dair rivayetler arasında da tenkit almış, hattâ uydurma kabul edilmiş birçok söz vardır. Meselâ, “Münâfikun Sûresini okuyana münâfıklar sayısınca sevap verilir” şeklindeki rivayetin sahih olup olmaması, bu sûrenin veya Kur’ân’ın hakkaniyetinden neyi eksiltir?

Bütün bunların da ötesinde, Cevşenü’l-Kebîr gibi bir metnin uydurulmuş olması için herhangi bir neden de ortada yoktur. Uydurma rivayetlerin bir ortak özelliği varsa, o da, aşırı derecede övgü veya yergi içermeleridir: “Patlıcan her derde devâdır” veya “Sizin en şerlileriniz öğretmenlerinizdir” gibi. Ve tabii, bu aşırı övgü veya yerginin bir de gerekçesi vardır: Ortada ya nefretlerin yöneltileceği bir düşman bulunmalı, yahut satılması gereken bir mal veya rağbet edilecek bir kişi veya zümre olmalıdır. Bazan hadis uyduran kişi son derece saf bir niyetle, hayırlı işlere veya kişilere rağbet uyandırmak için, bunların faziletine dair birtakım abartılı iddiaları, hayır işliyorum zannıyla uydurabilir. Bu gibi teşebbüslerden de, olsa olsa, Cevşen’in faziletine dair birtakım rivayetler doğabilir. Yoksa, Cevşen muhtevâsındaki bir metni uydurmak için bir sebep veya sâik yoktur. Çünkü Cevşen baştan sona Allah’ın övgüsünden ibarettir; Allah’ı övmek için ise kimse hadis uydurmaz! Farz-ı muhal, eğer bir beşer, olağanüstü ilmi ve zekâsıyla Cevşen gibi bir metni tertip edecek olsa, böylesine mübarek bir metnin altına imzasını da atar ve kıyamete kadar onu okuyacaklardan dua bekler. Bunun yerine, kendi kaleminin mahsulüne bir hadis-i kudsî süsü vererek kendisine Cehennemde bir yer garantilemek ise, herhalde, Cevşen gibi bir metni üretebilecek bir akıl ve ferasetin eseri olmamalıdır!

Aslında, Cevşen’in, kendi faziletini ispat için kendisinden başka birşeye ihtiyacı da yoktur. İçerdiği hakikatleriyle ve muhteşem örgüsüyle, bu eser, en üst seviyede bir imanı bütün tatlılığıyla ders vermekte ve okuyanın zerrelerine kadar nakşetmektedir. Yine de, “Ağaç meyvesinden belli olur” diyenler, Cevşen’in verdiği meyvelere döndüklerinde, herşeyden önce, asırların beklediği ilm-i kelâm inkılâbını gerçekleştiren Bediüzzaman gibi bir İslâm dâhîsinin Risale-i Nur Külliyatını karşılarında bulacaklardır. Bizzat müellifi, bu eserlerin Kur’ân’dan ve Cevşen’den süzüldüğünü belirtmektedir.

Ve tabii, Risale-i Nur gibi bir esere kaynaklık etmiş bulunan bir metin, daha pek çok ilim ve irfan sahibini İlâhî marifet ve muhabbet nurlarıyla aydınlatmaya devam edecek; kıyamete kadar, daha nice değerli eserlerin doğuşu için ilham verecektir.

Pazartesi, Ağustos 01, 2005

YENİ ÇIKTI


AÇIKLAMALI KUR’ÂN-I KERİM MEALİ
Ümit Şimşek


Şimdi sadece meal olarak da çıktı

İsteyene

mushaflı ve ciltli,
isteyene mushafsız,

sadece meal kısmı.



Düzgün, anlaşılır, akıcı bir Türkçe.

Âyetlerin akışını bozmayacak şekilde,

dipnotu halinde ayrıca yer alan açıklamalar.

İlgili âyetlere göndermeler.

Âyetleri açıklayan, güvenilir temel hadis kitaplarından

alınan hadisler.

Hadislerin kaynakları.

En son bilgilerin ışığında, bilimsel konulara değinen

âyetlerin açıklaması.

Sûreler hakkında açıklamalar.

Kıssalar, nüzul sebepleri ve diğer konularda İsrailiyattan uzak,

sadece güvenilir kaynaklara dayanan açıklamalar.

Ayrıntılı indeks.

Kur’ân’dan ve meâlinden yararlanma konusunda

önemli ipuçları içeren bir sunuş.


Zafer Yayınları
Tel: 212 – 512 80 80
Ankara Cad., 60/3 Cağaloğlu, İstanbul.

http://www.zaferkitap.com
http://www.zaferdergisi.com
http://www.kitapyurdu.com

Pazartesi, Temmuz 25, 2005

UÇAN ÜNİVERSİTE HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME

Polonyalıları nasıl bilirsiniz?
Etyen Mahçupyan


DÜŞÜNCE TARİHİ öğrencileri Avrupa’da Türkiye’yi mukayese edecek ülke aradıklarında genellikle karşılarına Polonya çıkar. Onların da tam Avrupalı olmadıkları, milliyetçilikleri vurgulanır. Morötesi Yayınları’ndan çıkan küçük; ancak olağanüstü bir kitap bu kolaycı yargıların ne denli temelsiz olduğunu göstermekte.

Ümit Şimşek’in özenle, tevazuyla ve sağlam bir nesnellikle kaleme aldığı kitabın tanıtımı bir süre önce Zaman’ın kültür sayfasında da yapılmıştı. ‘Uçan Üniversite’ başlıklı bu çalışma, bizler ile Polonyalılar arasında neredeyse hiçbir benzerliğin olmadığını ima etmekte. Hatta biraz cesur davranma pahasına onların niçin çoktan Avrupalı olduklarını, bizlerin ise niçin Avrupalı olamadığımızı ortaya koymakta...

Polonya 1772 yılıyla 1795 arasında Prusya, Rusya ve Avusturya arasında üç kez paylaşılıyor ve sonuncusunda haritadan siliniyor. 1815’te Napolyon’un ‘kurtarıcı’ orduları sayesinde bir Varşova Dükalığı’na dönüşse de, hemen akabinde bir kez daha paylaşılmaktan kurtulamıyor. Daha sonra ortaya çıkan bütün ayaklanmalar şiddetle bastırılmakla kalmıyor; 1864 itibarıyla yoğun bir Ruslaştırma ve Almanlaştırma yaşanıyor. Polonyalıların bütün bu yaşananlara cevabı, ‘toplumu köklerinden başlayarak güçlendirecek’ bir eğitim faaliyetinin üretilmesi... ‘Organik Çalışma’ adını verdikleri bu faaliyet, tüm baskılara karşın gizli ve şifreli eğitim kampanyaları yaratıyor. O kadar ki kendi kendine öğrenim bir moda halini alıyor. 1882 yılında özellikle kadınlar için bir yeraltı üniversitesi oluşuyor. ‘Uçan Üniversite’ hangi dersin nerede olacağının ancak birkaç saat öncesinden bilinebildiği, hocaların ve öğrencilerin kendi hayatları pahasına, hayranlık uyandıran bir azim ve sebatla yürüttükleri bir proje. Bu üniversite 1905’e kadar yaklaşık 5.000 mezun veriyor. Daha sonraki yıllarda ise 1919’a kadar senede 2.500 kişiyi bünyesine alıyor.

Birinci Dünya Savaşı, Rus, Alman ve Avusturya ordularında yaklaşık 2 milyon Polonyalının birbirlerine karşı savaşmasını ve yarım milyonunun kendi topraklarında ölmesi demek... Savaşta rol alan Pilsudski adlı bir general 1918’de Polonya’yı bağımsızlığına kavuşturuyor; ama bu kez de 1933’te ölümüne kadar sürecek bir diktatörlük kuruyor. 1939 Alman işgali... Almanlar, Polonya ırkını 1975’e kadar tamamen yok etme niyetlerini gizlemiyorlar. Bu koşullar altında bir ‘Polonya Yeraltı Devleti’ kuruluyor. Tüm bakanlıkları, bürokrasisi, mahkemeleri ile yerüstünde yaşanan zulme alternatif, ona paralel bir devlet... Bu devlet bir yandan direnişi örgütlerken, asıl gücünü eğitime ve yayıncılığa veriyor. İnsanlar toplama kamplarında bile ‘sınava girecekmiş gibi ders çalışıyorlar’. Gestapo yönetimi altında, yeraltındaki ortaöğrenimde yaklaşık 2000 okul ve 100 bin öğrenci bulunuyor. Tüm okul sistemi ele alınırsa neredeyse 1,5 milyon gizli öğrenciden söz etmiş oluyoruz. Bu öğrenciler fen bilimleri yanında edebiyat, müzik ve resim tartışıyorlar...

Derken Polonya, Sovyetler tarafından ‘kurtarılıyor’ ve Stalinizm’in kültür katliamına mahkûm oluyor. Ama Polonyalılar uçan üniversiteyi yeniden hayata geçiriyorlar. Kendilerine sunulan resmi tarihi gülünç hale getiriyorlar... Zamanla yeraltından gelen her şey ‘gerçeğin’ ta kendisi oluyor. Sivil itaatsizlik siyasetin temelini oluştururken, bütün kışkırtmalara karşın Polonyalılar şiddet kullanmaktan bilinçli olarak kaçınıyorlar. Bu olağanüstü tarih insanda Polonyalı olma isteği uyandırıyor... Ümit Şimşek’in kitabını bitirdiğinizde kendimiz üzerine bir kez daha düşünmeye başlıyor ve ‘gelişmişliğin’ toplumsal enerjiye dayanan zihniyetsel bir hal olduğunu fark ediyorsunuz...

Pazartesi, Temmuz 18, 2005

UÇAN ÜNİVERSİTE'DEN

Adım adım sivil topluma doğru
Ümit Şimşek


EĞİTİM CEPHESİNDEKİ gelişmeler hızını almış giderken, Polonya, iki ayrı cephede daha tarihî bir süreçten geçiyordu: işçiler ve Kilise. Uçan Üniversitenin faaliyete geçtiği yıl, bu iki cephede de önemli gelişmeler cereyan etti:

Ünlü Dayanışma’nın çekirdeğini teşkil eden oluşumlar resmen başladı. Aynı yıl içinde, John Paul II Papa seçildi. Yeni Papa, Nazi işgali yıllarında Polonya’da yeraltı seminerlerinin devamlılarından Karol Wojtyla’nın tâ kendisiydi.

İşçiler ve Kilise ile aydınlar arasında daha önce ciddî bir birlikten söz etmek nadiren mümkün olabiliyordu. Meselâ 1968 yılında öğrenciler ifade özgürlüğü isterken, ekmek derdindeki işçiler için bu istekler bir anlam ifade etmiyordu. Buna karşılık, 1970-71 yıllarında grevlerde işçilerin öne sürdükleri ekonomik nitelikli istekler de öğrenci ve aydınların gündeminde ilk sırayı işgal eden maddeler değildi. Yalnız, Kilise, her iki kesimin isteklerinin arkasında yer alıyor, ama o da gösterileri fiilen desteklemekten kaçınıyordu.

Bu defa ise, her üç kesim arasında ciddî bir işbirliği ve dayanışma zemini vardı. Öğretim üyeleri, gazeteciler, yazarlar, hukukçular, ekonomistler, işçilerin isteklerini destekleyen açıklamalar yapıyorlar, onların eylemleri içinde yer alıyorlar, onlar adına görüşmelere katılıyorlar ve bu arada işçi hareketinin sağlam teorik temellere oturtulmasına katkıda bulunuyorlardı. Kilise de direnişteki işçilerin ailelerine yardım amacıyla bir destek sistemi kurmuştu; ayrıca işçilere moral yardım sağlıyor ve eğitim veriyordu. Bu arada Dayanışma’nın üye sayısı 10 milyona dayandı; bu, toplam Polonya nüfusunun dörtte birine tekabül eden bir rakamdı. O sıralarda Papanın anavatanı Polonya’ya yaptığı anlamlı ziyaret de (1979) milyonlarca kişiyi meydanlarda topluyor ve özgürlük hareketine bir ivme kazandırıyor; devlet ise, kitlelerin kendi kontrolundan çoktan çıkmış olduğunu artık net bir şekilde görebiliyordu. Katolik Kilisesi, zaten öteden beri Polonya toplumunda çok derinlere kök salmış güçlü bir kuruluştu; bu yüzden komünist rejim ona dokunamamıştı. Yoksa, Rusya’nın kendisinde Rus Ortodoks Kilisesi bile Sovyet gizli polisi KGB’nin nüfuzu altındaydı; Polonya halkının Kiliseye olan bağlılığı ise bu ülkede böyle bir durumun tekrarlanmasına imkân bırakmamıştı.

Her üç kesim arasındaki dayanışmaya asıl gücünü kazandıran şey ise, onların, şiddetten kaçınma konusundaki kararlılıklarıydı. Polonya’daki özgürlük hareketlerinin geçmişinde her türlü yöntem vardı. Ve şimdi, Polonyalı işçiler de, aydınlar da, herşeyi yerli yerine oturtacak ve geçmişten neyin ne zaman alınması gerektiğini doğru bir şekilde belirlemelerini sağlayacak bir birikime sahiptiler. Aynı Polonya halkı, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Nazilere karşı bir Yurt Ordusu örgütlemişti. Ancak, “Yurt Ordusu bir ordu idi; biz ise ordu değiliz” diyordu Dayanışma’nın faal üyelerinden Bogdan Lis. “Şiddet, Dayanışma’nın sonu olur. Bizim görevimiz, bu direnişin terörizme sapmasını önlemektir.”

Hükûmetin muhaliflerde en ziyade görmeyi arzuladığı şeyin şiddet olduğundan kimsenin kuşkusu yoktu; bunu aydınlar da, işçiler de iyi biliyorlardı. Uçan Üniversite öğretim üyelerinden ve muhalefet hareketinin öncülerinden ünlü edebiyatçı Adam Michnik, “Mevcut hapishanelere baskınlar düzenlemekle, farkında olmadan yenilerini inşa etmiş oluruz” diyordu. Jacek Kuron da kuvvet kullanma eğilimlerine karşı uyarılarda bulunuyor ve şiddetin, velev iktidar değiştirse bile hiçbir zaman özgürlük getirmeyeceğine dikkat çekiyordu.

Buna benzer söylemlerin teorik zeminlerde dile getirilmesi kolay görünse de, yıllarca süren ve kitleleri içine alan bir mücadelede böyle bir ilkeyi savunmanın ve uygulamanın zorluğu üzerinde ne kadar söz söylense abartı sayılmamalıdır. Çünkü müsbet hareketin getireceği sonucu önceden görebilmek basiret ister; bu sonucu beklemek de sabır ister. Öfkeyi ise, hele mağdur ve mazlum kitlelerde tahrik etmek pek kolaydır. Masum bir gösteriyle hakkını arayan işçilerden 45 tanesinin polis ateşiyle öldürülmesi (14 Aralık 1970), 2500 işçinin tutuklanarak tamamının feci şekilde dövülmesi (1976), Uçan Üniversite öğretim üyelerinin sık sık tutuklama ve işkencelere maruz kalması ve bunlara benzer olayların yıllar boyunca sürüp gitmesi, bir yönüyle halkı sindirmek, bir yönüyle de öfkelendirerek şiddete yöneltmek amacı taşıyan bir politikaydı. Eğer bu politika herhangi bir noktada hedefine ulaşacak olsaydı, herhalde, Polonya, komünizmin temellerinden göçmeye başladığı ülke olamayacak; belki de Sovyet diktatörlüğüne karşı verilen bir mücadele, daha uzun yıllar boyunca sürünüp gidecekti.

Diktatörlerin, istibdatlarını devam ettirmek için halkın yardımına muhtaç olduklarını bilenler arasında en ünlüsü, Gandi’dir (1869-1948). Yirminci yüzyılın pek çok özgürlük mücadelesine ilham veren Gandi, “Yönetilenlerin yardımı olmazsa, İngilizler Hindistan’ı yönetemez” inancındaydı. Gandi’nin bu inançtan hareketle geliştirdiği ve Hindu dilinde “gerçek” ile “sımsıkı sarılmak” anlamındaki iki sözcükten oluşan “satyagraha” adlı hareketi, şiddetten uzak bir direniş modeli teşkil ediyordu. Hattâ, Gandi’nin ifadesiyle, bu, “bir direniş modeli” değil, “yegâne direniş modeli” ve “elektrikten daha pozitif, esir maddesinden daha etkili bir güç” idi.

Gandi’nin âdetâ bir bilim halinde geliştirdiği bu model, yirminci yüzyılın birçok önemli isimlerini de etkiledi. Martin Luther King (1929-1968), Hindistan’a gelerek Gandi’nin yöntemleri üzerinde çalıştı. Polonya’da Dayanışma hareketinin liderlerinden Zbignieg Bujak, “Gandi’yi de, Martin Luther King’i de okumuş ve onların yöntemini benimsemiştik” diyordu.

Demirperde gerisindeki muhalefetin ünlü isimlerinden, Çekoslovakyalı yazar—ve komünizm sonrasında devlet başkanı—Vaclav Havel de, Gandi’nin kullandığı kelimelere benzer kelimeleri kullanarak, “gerçekle yaşamak” şeklinde bir kavram geliştirdi. Havel, bu formülü ile, kişilerin, “sanki bir baskı rejimi hiç mevcut değilmişçesine” günlük hayatlarına devam etmesini savunuyordu. Bu formül, başta Polonya olmak üzere, Demirperde gerisi ülkelerde, 80’li yıllarda geniş çapta tutundu ve etkisini de gösterdi. Anne Applebaum adında Batılı bir gazeteci, bu ilkenin uygulanışına dair bir gözlemini, yıllar sonra şu şekilde anlatacaktı:

Polonya’ya 1987’de ilk defa gittiğimde, arkadaşlarımın evinde kaldım. Yasaya göre, özel bir evde kaldığımı polise bildirmem gerekiyordu. “Biz bunu yapmayız,” dedi arkadaşlarım. “Polisin, bizimle kimlerin kaldığını bilme hakkının bulunduğuna inanmıyoruz.” Bunun üzerine, ben polise kaydımı yaptırmadım. Benimle beraber binlerce kişi de aynı şekilde davrandığı için, yasa, zamanla uygulanamaz hale geldi.
Bugün dünyanın “sivil itaatsizlik” olarak bildiği ve demokrasi ve insan hakları muhtevası içinde vazgeçilmez bir yeri bulunan bir kavram, böylece, dünyanın en şiddetli diktatörlüklerinden biri içinde, insanlara yaşanabilir alanlar açmaya başladı. Başlarında müstebit bir rejim yokmuşçasına davranan insanlar, dış dünyadaki sahte kurum ve kavramların, küçük ama gerçek modellerini kendi dünyalarında inşa ettiler. Uçan üniversiteler kurdular, basım ve yayınevleri açtılar, sergiler düzenlediler, konserler verdiler, seminerler organize ettiler, dernekler örgütlediler. Sonunda bu küçük dünyalar büyüdü. Onlar büyüdükçe dışındakiler küçüldü. Nihayet, sivil toplum, Charles F. Bahmueller’in deyimiyle, “devlet kontrolunun etrafına bir koza örerek” onu bütünüyle soyutladı ve toplumun dışına attı. Gerçi bilim adamlarının, sanatçıların, din adamlarının mücadelesi siyasal bir mücadele değildi. Ama ister bilim, ister sanat, isterse din olsun, herşeyi devlet kendi siyaset alanında gördüğünden, bu alanlarda yapılan herşey, hattâ bir apartman dairesindeki matematik tartışması bile, sonuç itibarıyla rejim karşıtı bir nitelik kazanıyor ve, kaçınılmaz bir şekilde, böyle bir zıtlaşmada mağlûbiyet daima devletin kısmetine düşüyordu. Dayanışma saflarındaki mücadelesi nedeniyle tutuklanan Polonyalı tarihçi Bronislaw Gemerek, bu durumu, koca bir makineyi bozan bir kurum tanesiyle açıklıyor:

Moral direniş, politik ve askerî güce dayanan sistemler karşısında ümitsiz görünüşüne rağmen, büyük ama hassas bir makinenin dişleri arasına kaçmış bir kum tanesi gibi iş görür. Siyasetten açık bir biçimde kaçınan ve eğitim üzerinde, bilgi ve düşünce alışverişi ile belirli grupların temel hakları üzerinde yoğunlaşan bir sivil toplum düşüncesinde bile, totaliterlik karşıtı muazzam bir potansiyel mevcuttur.

Sivil toplumun çekirdekleri, başlangıçta hiç de büyük değildi. Ama onlar birer yoğunlaşma çekirdeğiydi—tıpkı atmosferde bulut damlacıklarını etraflarına toplayarak dağ gibi bulutlara dönüşen yoğunlaşma çekirdekleri gibi. Vaclav Havel, böyle bir işlevi bizzat yerine getirmiş bir aydın olarak, bir gözlemini, yazılarından birinde şöyle dile getiriyordu:

Şurası gittikçe aşikâr hale geliyor: Görünürde güçsüz, ama hak sözü haykırma cesaretini kendisinde bulan ve bütün kişiliği ve bütün hayatıyla sözünün arkasında durarak bunun için yüksek bir fiyat ödemeye hazır olan tek bir kişi, adı sanı bilinmeyen binlerce seçmene oranla, şaşılacak derecede daha fazla bir güce sahiptir.
Bu satırlarda tanımlanan sıradan insanlarda saklı bu muazzam gücün nelere kadir olduğunu gösteren pek çok olay, Polonya’da peş peşe yaşandı.

Önce Çarlık Rusyası ile Prusya gelip geçti bu sahneden. Her ikisi de yeryüzünde Polonya’dan bir iz bırakmamaya azimliydi. Fakat izleriyle beraber kaybolanlar kendileri oldu.
Sonra Naziler geldi. Onlar, 1975 yılına kadar Polonya ırkını tamamen ortadan kaldıracaklarını hesaplıyorlardı; kendi ömürleri beş seneyi geçemedi.

Arkasından, Sovyetler Birliği aynı şeyi denemeye kalktı. Koca imparatorluk bütün gücüyle Polonya’nın üzerine çullandığında, ülkenin meşhur üniversitesi yine yeraltında uçuşa geçmiş, mütevazı insanlar yine kitaplarına ve kalemlerine sarılmıştı. Yine evden eve sınıflar dolaştı, öğretmenlerle öğrenciler gizli gizli buluştu, gecenin karanlıklarında ve gözden uzak yerlerde bilim ve sanat konuşuldu. Çok geçmeden, dev imparatorluk kâğıttan bir kale gibi yıkılıverdi. İlk çatırtılar, her yerden önce, Uçan Üniversitenin ülkesinden duyulmaya başlamıştı.

Bugün dönüp de geriye bakanlar, Polonyalıların iki asır boyunca büyük bir basiretle büyük işler başardığını görmekte zorlanmıyorlar. Fakat olayların içindeyken böyle bir basireti—üstelik toplum çapında—gösterebilmenin kolay bir iş olduğunu kimse iddia edemez. Zira Polonyalılar işgal gibi, yok edilme gibi büyük felâketlerle karşı karşıyaydılar ve “küçük işlerle” uğraşarak büyük bir işi başarmaya ve bu felâketleri yenmeye çalışıyorlardı. Bunlar alfabeyi sökmek, satır satır fizik öğrenmek, şiir okumak, beste yapmak, bir tabloyu incelemek, bir bilim veya sanat dalının inceliklerini kapmak veya bütün bunları sıradan birkaç insana öğretebilmek için yıllar boyunca hayatını tehlikeye atarak—bazan da feda ederek—tavan aralarında, bodrum köşelerinde dirsek çürütmek gibi işlerdi. Fakat bu küçük işler etrafında toplanan küçük topluluklar, bazan bir ilkokul sınıfı, bazan bir müzik grubu, bazan bir edebiyat topluluğu halinde yeraltında dolaşırken, bağımsız bir toplum hayatının temel direklerini Polonya topraklarının derinliklerine kadar çakıyorlardı. Bu topluluklara katılanlardan herbiri, bir yandan kimya formülleri ezberlerken, bir yandan da, kişiliğini ve özgürlüğünü totaliter rejimlere ve sömürgeciliğe karşı koruyacak bir aşıyı genlerine işliyordu.


(Yazarın, Zafer Yayınları arasında yeni baskısı çıkan Uçan Üniversite adlı kitabından alınmıştır. Kitap ilgi ilgili bilgi aşağıda yer almaktadır.)


İnanılmaz bir sivil direniş macerası

UÇAN ÜNİVERSİTE
Bir millet, kendisini ortadan kaldırmak isteyen

sömürgeci ordularını bilim ve sanatla
nasıl tarihe gömdü?

Komşuları, onların topraklarını kendi aralarında paylaştı.
Sonra bir kültür katliamı başladı.
Kimi Ruslaştırmaya çalıştı onları, kimi Almanlaştırmaya.
Sonra Naziler geldi, Polonya ırkını tümüyle ortadan kaldırmak için.
Onların yapamadığını da en sonunda Sovyetler yapmaya kalktı yarım asır boyunca.

Polonyalılar bütün bunlara, çılgınca eğitim kampanyalarıyla cevap verdiler. Yeraltında sınıflar açıldı. İlkokuldan üniversiteye milyonlarca öğrenci kaçak okullarda okudu. Üniversiteler evden eve dolaştı. Çatı katlarından toplama kamplarına kadar her yer bir okula dönüştü. Yeraltı yayınları milyonlarca tiraja ulaştı. Sanat ve kültür faaliyetleri hızını hiç kesmedi.

Sonunda, Polonyalıları yok etmek isteyenlerden yeryüzünde eser kalmadı.

Polonya ise hâlâ ayakta.

Bu arada, bilimden edebiyata birçok Nobel ödülü de kazandı.



UÇAN ÜNİVERSİTE İÇİN NE DEDİLER?

Küçük, ancak olağanüstü bir kitap. … Ümit Şimşek’in özenle, tevazuyla ve sağlam bir nesnellikle kaleme aldığı … bu çalışma, bizler ile Polonyalılar arasında neredeyse hiçbir benzerliğin olmadığını ima etmekte. Hatta biraz cesur davranma pahasına onların niçin çoktan Avrupalı olduklarını, bizlerin ise niçin Avrupalı olamadığımızı ortaya koymakta...
Bu olağanüstü tarih insanda Polonyalı olma isteği uyandırıyor... Ümit Şimşek’in kitabını bitirdiğinizde kendimiz üzerine bir kez daha düşünmeye başlıyor ve ‘gelişmişliğin’ toplumsal enerjiye dayanan zihniyetsel bir hal olduğunu fark ediyorsunuz...

Etyen Mahçupyan

Tek kelimeyle destânî bir hikâye.
A. Turan Alkan

Sömürgeci ordularını ilim ve sanatla tarihe gömen bir milletin akıllara durgunluk veren sivil direniş macerasını daha teferruatlı öğrenmek isteyenlere bu kitap tavsiye edilir.
Abdullah Aymaz

Sayısız savaşa rağmen dimdik ayakta kalan Polonyalıların sanat ve kültürle zenginleşen direnişlerini merak edenlere.
Radikal Kitap

Uçan Üniversite'yi kitapçılardan, NT mağazalarından ve aşağıdaki adreslerden temin edebilirsiniz:

Zafer Yayın Grubu: 212 – 512 80 80

http://www.zaferkitap.com/
http://www.zaferdergisi.com
http://www.kitapyurdu.com/

Pazar, Temmuz 10, 2005

BÜYÜK KAVUŞMA

Âyet ve hadislerin ışığında
ÖLÜM, KIYAMET VE DİRİLİŞ

Dünya-kabir-kıyamet-âhiret yolculuğunun bütün ana duraklarını kapsayan bir rehber
_______________

Cennet size ayakkabınızın bağından daha yakındır.
Cehennem de öyle.
Hadis-i şerif
________________


Kıyamet ve âhiret öylesine yakın ki bize…
Bu dünyadan ayrılmak bir anlık iş. Ondan sonrası da ertesi sabah gibi.
Daha sonrası ise sonsuzluk…
Orada dünyanın on misli kadar bir mülke herbirimiz tek başına sahip olabiliriz.
Yahut böyle bir talih ayağımıza kadar gelmişken onu kaçırabiliriz.
Aslında onu kazanmak çok kolay.
Kaybetmek de öyle…
Kazanırsak, onu bu dünyada kazanacağız; kaybedersek yine burada kaybedeceğiz.
Dünya-kabir-kıyamet-âhiret yolculuğunun bütün ana duraklarını kapsayan bir rehber niteliğindeki bu kitap, tümüyle Kur’ân ve Hadise dayanarak hazırlandı.

İÇİNDEKİLER

Önsöz
1 Bir varmış, bir yokmuş
2 Diriltmekten kolay ne var?
3 İnsanın macerası
4 Öncesi ve sonrasıyla dünyamız
5 Bir kısacık ânın değeri
6 Sonsuzluğa ilk adım
7 Berzah âlemi
8 Kıyamete doğru
9 Ölümlerin en korkuncu
10 Sonsuzluğun ilk günü
11 Mahşerden sahneler
12 Kitap ortaya konduğunda
13 Rabbin kuluyla konuştuğu gün
14 İşte kitap, işte hesap
15 Rahmetin bir başka tecellîsi: şefaat
16 Delilsiz gidilmez, yollar yamandır
17 Havuz başında randevu
18 Cennete giriş
19 Cennette hayat
20 Cennetin de ötesi
21 Cennet Cennet üstünde
22 Azgınların yeri Cehennem
23 Cennete en son girenler
24 Son söz


ÖNSÖZ

ÂHİRET İNANCI, imanın da, hayatın da en önemli gerçeğidir. Gerek iman, gerekse hayat, ancak âhirete iman sayesinde bir değer kazanır. Aksi takdirde, huzuruna çıkılıp da hesap verilmeyecek, yahut kendisine kavuşulmayacak bir Tanrı inancı bu hayatta bir anlam ifade etmez; yok olup gitmeye mahkûm insanların, hergün ölüme bir adım daha yaklaştığını göre göre bu fâni hayatı yaşamaya çalışması bir azap olmaktan öteye gitmezdi. Âhiret inancından bütünüyle yoksun toplumların içine düşebileceği durumu düşünmek ise, tüyleri ürpertmeye fazlasıyla yeter. Gerçi bugünkü haliyle dünyamız bu inançtan çok fazla nasibini almış görünmüyor; ama ya hiç nasibi olmasaydı? Ya insanları kötülükten alıkoyacak, bahtsızlara bir tesellî verecek, mazlumların yüreğine su serpecek bir âhiret ümidi tümüyle yok olsaydı? Eğer dünya bugün bütün olumsuzluklarına rağmen yaşanacak bir yer olmaya devam ediyorsa, insanlar bunu herşeyden önce âhiret inancına borçludurlar.

Fakat bunun tersi de aynı derecede geçerlidir: Eğer bugün dünyada ağız tadıyla yaşanamıyorsa, bunun başta gelen sebebi, âhiret inancının zayıflığından başka birşey değildir. Zira dünyanın küçük veya büyük bütün problemlerinin çözümü şu iki âyette toplanır:


Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür.
Kim zerre kadar kötülük yapmışsa, o da onu görür.
[1]


En küçük bir iyiliğin ve en küçük bir kötülüğün mutlaka karşılık bulacağına dair kesin bir inançladır ki, insanlar huzura kavuşur, insan toplulukları içinde yaşanacak hal alır. Bu inancın yokluğu halinde, başka bir felsefeyle yahut düşünülebilecek herhangi bir önlemle onun yerini doldurmak mümkün değildir. Eğer mümkün olsaydı, bugün biz kazandığımız paranın büyük kısmını birbirimizin kötülüklerinden korunmak için harcamak zorunda kalmazdık!

Bugün insanların en büyük ihtiyacı âhiret inancından ve onun güçlendirilmesinden ibarettir dersek, hiç de abartmış olmayız. Asıl abartı bunun tersi yöndedir. Bütün dikkatler dünya üzerinde odaklanmış, bütün çabalar temelsiz bir dünyanın gelip geçici oyalanmalarına yönelmiştir. Dünya hayatı zamanımızın kutsal değeri haline gelmiş, ona toz konduracak en küçük bir ima bile suç sayılır olmuştur. Ne çare ki, ona olan bu düşkünlüğümüz bize dünyayı kazandırmıyor. Ona bağlandıkça fakirleşiyor, mutsuzlaşıyor, dünyaca geriliyoruz. Oysa dünyaya âhiret tarafından bakabilsek, âhiret ile birlikte dünyamızı da yaşanır bir hale getirmiş olacağız. Herşeyden önce, ölümle barışacağız ve bu bize hayatın ne demek olduğunu gösterecek. Zira, Yahya Kemal’in dediği gibi, “Yaşamak zevki nedir, bilmez ölümden korkan.”

Âhirete inanmayı gerektiren sebepler üzerinde uzun uzadıya durmak, bu dünyada âhiretten haber veren maddî gerçekleri biteviye sıralamak mümkündür. Bunun önemi de, hiç kuşkusuz, inkâr edilemez. Fakat âhirette olup bitecek hadiselere gelince, tamamen farklı bir âlemden söz ettiğimizi unutmamalıyız. Onun için, ölüm ve ötesine sıra geldiğinde, tümüyle gayb haberlerine yönelmek zorundayız ki, bu haberlerin de iki güvenilir kaynağı vardır: Kur’ân ve sahih hadisler. Bunların dışında bir kaynağın âhiret hakkında tartışılmaz bir delil teşkil etmesi mümkün olmadığı gibi, Kur’ân’ın ve Hadisin işaretlerinden yola çıkıp da o âleme bu dünyanın varlıklarını ve ölçülerini uygulayarak birtakım yorumlar yapmak ve manzaralar çizmek de geçerli bir yol teşkil etmez. Çünkü berzah ve âhiret âlemleri, hem varlıklarıyla, hem de kanunlarıyla farklı âlemlerdir; bu dünyanın yasaları orada bir ölçü teşkil etmez. Bu bakımdan, elinizdeki kitapta, âhirete dair haberler tümüyle Kur’ân’a ve güvenilir rivayetlere dayanmaktadır; bunun ötesindeki haber, yorum ve tasvirlere itibar edilmemiştir.

Bununla birlikte, âhirete ait haberlerin ödül ve ceza olmak üzere iki yönünün bulunduğunu da dikkatten uzak tutmamak gerekir. Gerek Kur’ân, gerekse Hadis, bize her iki yönde de haberler vermektedir. Önemli olan, bu haberlerin özünü kavrayabilmek ve onları dengeli bir şekilde değerlendirebilmektir. Yoksa, ödül veya cezadan sadece bir tanesi üzerinde yoğunlaşmak veya bunların muhataplarını dikkate almamak gibi sebeplerle, tamamen doğru haberlere dayanarak yanlış ve yanıltıcı sonuçlara ulaşmak da pek kolaydır. Bir tarafta âhireti dünya hayatına tâbi kılacak ve âhireti umursamayanların keyfini kaçırmayacak şekilde dini yorumlayanlar, diğer tarafta da iman ehline dünya ile beraber âhireti de zehir etmeye çalışanların durumları ortadadır; bunların hepsi de aynı kitaba, aynı rivayetlere dayanmaktadır.

Kur’ân’ın ve Hadisin âhirete dair haberlerini toplu bir şekilde incelediğimizde, kendimizi bazı önemli sonuçlar karşısında buluyoruz.

Birincisi: Esas olan âhirettir; herşey ve özellikle insan, âhiret için vardır. Dünyanın da var oluş amacı bundan ibarettir. Yoksa, âhiret dünya için var olmadığı gibi, insan da bu dünya için yaratılmış değildir.

İkincisi: Âhirette de esas olan, ödüldür. Yaratılışa gerekçe teşkil eden şey, Yüce Allah’ın herşeyi kuşatan rahmetidir. O, kullarını rahmetinden sonsuz bir şekilde ve sonsuza kadar nasiplendirmek istemiş, onun için varlık âlemini yaratmıştır. Ceza ise, var olmakla birlikte, yaratılışın asıl amacı değildir; bu, asıl amaçtan sapan ve kendilerini rahmetten uzaklaştıranların kendi kendilerini mahkûm ettikleri bir âkıbettir.

Üçüncüsü: Kur’ân’da gerek Cennete, gerekse Cehenneme dair pek çok tasvir yer almaktadır. Bunlardan birincisi Allah’ın dostları, ikincisi ise düşmanları içindir. Mü’min ise, ne kadar günahkâr olursa olsun, hiçbir zaman Allah’ın düşmanı değildir; bu dünyada Rabbine düşmanlık etmediği için, âhirette de Ondan düşman muamelesi görmez. Onun için Kur’ân’da yer alan ve sözün gelişinden de anlaşılacağı gibi Allah’ın âyetlerini yalanlayan kâfirleri ilgilendiren Cehennem tasvirlerini yerli yerinde değerlendirmek ve bunların insanları şirkten ve inkârdan sakındırma amacı üzerinde yoğunlaşmak gerekir. Tabii, bu, hiçbir zaman Allah’ın azabının hafife alınabileceği anlamına da gelmemelidir. Kur’ân’ın mü’minlere yönelik birçok emir ve yasağında “Allah’tan korkun” şeklinde ifadeler yer alır; mü’minlerin özellikleri arasında da “Allah’ın azabından korkmak” şeklinde bir nitelik vardır. Şu kadar var ki, bu korku, insanı ümitsizliğe düşüren değil, Allah’ın rahmetine sevk eden bir korku olmalıdır.

Dördüncüsü: Âhirete ait haberlerin bir yönü uyarı ve sakındırma, diğer yönü ise müjde içerir. Bunlar arasında bir denge vardır; bu haberleri naklederken, o ânın şartlarına göre birine ağırlık verilecek olsa bile, bu dengenin belirli sınırlar içinde korunması gerekir. Geçmişte, sakındırma yönüne fazlaca ağırlık verildiğini görüyoruz. Belki de bunun haklı sebepleri vardır. Zira zamanın şartlarına göre, insanların yükümlülük derecelerinde değişme olduğu da bir vakıadır. Peygamberimizin, Sahâbîlerine şu şekilde hitap ettiğini biliyoruz:


Siz öyle bir zamandasınız ki, içinizden kim kendisine emredilenin onda birini
terk etse helâk olur. Fakat öyle bir zaman gelecek ki, emredilenin onda birini
yapan, kurtulacak.
[2]

Bugünün dünyasına kim baksa rahatlıkla görür ki, bizim bulunduğumuz yer, hadiste anlatılan zamanların birincisinden çok ikincisine yakın düşmektedir. Bu bakımdan, dinin çok daha büyük bir duyarlılıkla yaşandığı zamanlarda sıkça tekrarlanma ihtiyacı duyulan uyarıları aynı şiddet içinde bugün tekrarlamanın çok fazla gerçekçi bir tutum teşkil edeceğini sanmıyoruz. Zamanımızın şartları, insanın Rabbinden ve Peygamberinden gelecek müjdelere daha çok ihtiyacının bulunduğunu ve bu tür haberlere daha içtenlikle cevap vereceğini göstermektedir. Risale-i Nur Külliyatının bu konuda ortaya koyduğu örnek, son derece ilginç ve başarılı bir yöntem teşkil etmektedir. Müjdeyi ve muhabbeti esas alan ve “Kabre gülerek girin” mesajını veren bu yöntemin etkileri büyük kitleler üzerinde görülmüş ve onları hem hayata, hem de âhirete ciddî bir şekilde bağladığı gözlenmiştir. Doğru olanı etkili bir şekilde anlatmak ve göstermek isteyenler için, bu yöntem, denenmiş bir örnek olarak ortada durmaktadır ki, elinizdeki kitapta da elden geldiğince aynı yol izlenmeye çalışılmıştır.

Değerli okuyucularımızı bu kitapla baş başa bırakmadan önce bir hatırlatma:Elinizdeki kitabın daha özlü bir başka versiyonu, Aile Okulu içinde yayınlanmıştır. Âhiret adını taşıyan ve dizinin altıncı kitabını teşkil eden bu çalışma, çocuklar ve yetişkinlerle birlikte, aile içinde—veya arkadaş grupları arasında—yürütülecek okuma ve müzakerelere esas teşkil etmek üzere hazırlanmıştır ve herbir bölüm, o bölümde işlenen konuları pekiştirecek ve hayata yansıtacak alıştırma ve etkinlikleri içermektedir.

[1] Zilzâl Sûresi, 99:7-8.
[2] Tirmizî, Fiten: 79.

Ayetler ve İbretler / yeni bir dizi

KUR'AN ÇALIŞMALARINDA YENİ BİR SOLUK Bir süredir Dost TV ekranlarında yayınlanan Ayetler ve İbretler programının ilk 80 bölümü, iki kita...