Salı, Ağustos 23, 2005

Bir iman hizmetinin doğuşu

BARLA MODELİ
Ümit Şimşek


Baharın en güzel yaşandığı Anadolu köşelerinden birinde, bir bahar günü başladı Risale-i Nur'un macerası.

Yazılan eserler, etrafında, insanları topladı pervaneler gibi.

Her kesimden, her anlayıştan okuyucular, onun satırlarında, kendilerini cennet gibi bir ülkede buldular.

Böylece, kendiliğinden bir okul ve bir hizmet modeli ortaya çıktı Barla'da.

Bu modelde yüzyılların arayışına cevap vardı.

Barla Modeli'ni kitapçılardan, NT mağazalarından ve aşağıdaki adreslerden temin edebilirsiniz:

Zafer Yayın Grubu: 212 – 512 80 80

http://www.zaferkitap.com

http://www.zaferdergisi.com

http://www.kitapyurdu.com/

_________________________________

Kitaptan

Önsöz


Uluslararası değerler üretmede, en azından son yüzyıllık kesit ele alındığında, çok ileri bir ülke sayılmayız. Tarihimiz her ne kadar bu konuda zengin bir kaynak teşkil ediyorsa da, geçmişle bağlarımızı koparan bir Milât anlayışı, bizi geçmişimizin uluslararası değerleri karşısında yabancı hale getirdiği gibi, yeni değerleri de ortaya güçlükle çıkarır hale getirmiştir. Bununla birlikte, Türkiye’nin Cumhuriyet döneminde ortaya çıkardığı değerler içinde hiç yabana atılmayacak isimlerin bulunduğu gözardı edilemez—yahut edilmemelidir. Bediüzzaman Said Nursî, bu isimlerin başında gelir.


Risale-i Nur Külliyatı adı verilen eserlerin müellifi ve aynı adla anılan akımın kurucusu olan Bediüzzaman, bu eserlerle ve bu akımla, dünyanın önde gelen bilim mahfillerinde bir gündem işgal etmiştir. Bugün Doğu ve Batı ülkelerinin—ki bunlara ABD, Kanada, İngiltere ve Avrupa ülkeleri dahildir—üniversitelerinde, gerek Müslüman, gerekse gayrımüslim bilim adamları tarafından, Bediüzzaman ile eserleri üzerinde akademik çalışmalar yapılıyor. Eserlerin tercüme edilmediği bir dünya dili ise hemen hemen kalmamış durumda. İki yılda bir Türkiye’de Risale-i Nur ile ilgili olarak düzenlenen uluslararası sempozyumlara, dünyanın dört bir yanından yüzlerce tebliğ gönderiliyor ve bunlardan ancak küçük bir kısmı sempozyumda yer alma ve tartışılma imkânı buluyor. Şu kadar var ki, dünyanın keşfettiği bir değeri kendi içinden bulup çıkarma konusunda Türkiye oldukça isteksiz durduğu gibi, akademik çalışmaların sayı ve kalitesinde de dünyanın bir hayli gerisinde bulunuyor. Hıristiyan teologların veya Üçüncü Dünya ülkelerinden bilim adamlarının kaleminden çıkan tebliğlerle boy ölçüşebilecek pek az sayıda bilimsel çalışma, Bediüzzaman’ın kendi ülkesinin üniversitelerinden çıkıyor.


Ne var ki, resmî çevrelerin hiç tanımak istemedikleri, akademik çevrelerin de gönülsüz davrandıkları bir konuda, halk, gündemi hiçbir zaman kaçırmadı. Risalelerin ilk telif ânından itibaren, her seviyeden ve her kesimden insanlar, bu eserlerin etrafında halkalanmaya başladı. Ve o günden bu yana, Risale-i Nur Külliyatıyla beraber, kendilerini “Nur talebeleri” olarak adlandıran bir akım ortaya çıktı.


Bu akıma kimi tarikat gözüyle, kimi cemiyet gözüyle baktı. Fakat Risale-i Nur hareketinin bu tanımlardan hiçbirine uymadığı, zaman içinde herkes tarafından görüldü. Gerçi bu hareket içinde çeşitli eğilimleri yansıtan örgütlenmeler veya cemaatleşmeler de ortaya çıkmış bulunuyor; ama, genel planda ele alındığında, Risale-i Nur hareketinin maddî veya manevî bir örgüt meselesi olmadığı da yine herkes tarafından kolayca görülebilecek bir vakıadır. Daha da öteye gidersek, Risale-i Nur’un bir akım sınırları içinde de hapsedilemeyeceğini söyleyebiliriz. Çünkü eserlerin bilimsel bir tabanı vardır ve kelâm ilmi adıyla anılan bir bilim dalında, farklı bir bakış açısı ve yeni bir üslûpla işlenen dersleri içermektedir. Bu nedenle, Nur Risaleleri, bugüne kadar ülke içinde ve dışında, pek çok farklı akımlar, gruplar, cemaat ve tarikatler içinde de kendisine okuyucu bulmuştur. Bununla birlikte, Risale-i Nur’ların telifinin başladığı andan itibaren, bu eserlerin etrafında bir hizmet modelinin teşekkül ettiği de gözden uzak tutulamaz.


Bu model, herhangi bir örgütsel niteliğe sahip değildir; kaydı, yaptırımı, tayin ve azil veya terfi gibi mekanizmaları yoktur. Ancak, bizzat Risale-i Nur Müellifi tarafından nitelikleri belirtilmiş bir modeldir ve arzu eden herkesin örnek alabileceği bir biçimde ortaya konmuştur. Bunun başarılı bir model olduğu ise, eserlerin ve hareketin bugün dünya çapındaki durumundan bellidir.


Risale-i Nur’un hizmet yöntemlerini, risalelerin bizzat kendilerinden ziyade, eserlerin telif ve neşri sırasında, Bediüzzaman ile talebeleri arasında cereyan eden yazışmalar dile getirmektedir. Özellikle, yazımın başladığı ve Külliyatın hemen hemen dörtte üçünün telif edildiği Barla yıllarında yazılan mektuplar, bu konuda son derece değerli tarihsel belgeler teşkil etmektedir. Bu mektuplar, daha sonraki yıllarda Bediüzzaman ve talebeleri tarafından bir araya getirilerek, Barla Lâhikası adıyla yayınlanmıştır.Elinizdeki kitap, 1926 baharında Barla’da telif edilmeye başlayan Risale-i Nur Külliyatını ve onun etrafında halkalanan insanların meydana getirdiği akımı, Barla Lâhikası içinde yer alan mektupların ışığında incelemeye çalışmaktadır.

Pazartesi, Ağustos 15, 2005

Herşeyin hikâyesini merak eden adam'dan

Kar çığlıkları
Ümit Şimşek


O gece kar yağışı sabaha kadar sürdü. Önceleri sakin sakin yağdı kar. Daha sonra tipiye dönüştü. Pencere pervazlarından uğultusunu işittiren şiddetli bir rüzgâr, kar tanelerini önüne katmış uçuruyor, bir o kadarını da yerden kaldırıp savuruyordu. Yere paralel şekilde uçuyordu kar taneleri; sanki hiçbiri inemiyor gibiydi. Fecrin ilk ışıkları vurmaya başladığında her yer beyaza bürünmüş, ortalık sakinleşmişti.


Ağaran günle birlikte, Cem kendisini dışarıda, karların üstünde yürürken buldu. Hiç uyumamıştı. Hafif bir kahvaltı eşliğinde birkaç bardak demli çayla uyanıklığını tazeledikten sonra sıkıca giyindi ve yeni günü karşılamak üzere karşı tepelere doğru yola çıktı.

Rüzgâr hızını kesmiş, kar ise hafiften yağmaya devam ediyordu. Işıkları birer ikişer yanmaya başlamış evlerin arasından, kimsesiz sokaklardan, kar altında birbirinden ayırt edilmez hale gelmiş arabaların yanından geçti. Gün ağarırken, karşı tepedeki mezarlığın içinde, karlara bata çıka ilerliyordu. Belli bir hedefi yoktu. Adımları kendiliğinden götürüyordu Cem’i. Belli ki, içindeki Uzaylı sessiz sadasız yönetimi ele almıştı!

Ağaçların hepsinde saf ve sade bir güzellik vardı bu sabah. Yapraksız dalların üzerinde biriken karlar, ağaçları kardan bir heykele dönüştürmüştü. Servilerin puslu sabah güneşi altındaki görüntüsü ise daha bir gizemliydi. Sipsivri göğe uzanan buzdan kristaller gibi dizilmişler, uzaklaştıkça buğulanan bir manzara resmediyorlardı. Arkadan belli belirsiz vuran güneş ışığı ise, bu yolun başka bir âleme açıldığını haber verir gibiydi.

Ve Cem yine bir başka âlemdeydi.


Önce yukarılara çıktı. Bulutların arasından bir küçük kar kristali seçti kendisine. Bu, kar tanesinin yapıtaşlarından biriydi ve bir toz parçacığının çevresine yapışan donmuş su damlacıklarından ibaretti. Ne damlacıkları sayabildi Cem, ne parçacıkları. Mahşerî bir kalabalığın, hummâlı faaliyetlerin ve büyük bir gürültünün tam ortasındaydı. Hiçbir şey yerinde durmuyordu. Herşey, her an, her yöne doğru hareket halindeydi.

Bütün bu faaliyetler arasında, nice beldelerin üzerinden geçti Cem. Tanımadığı yerlerdi buraları. Dağları, ovaları aştı. İnerken ise yalnız değildi. Yüzlerce kristal bir araya toplanmış, hep birlikte bir muhteşem mimarînin kuruluşunda yer almışlardı. Minyatür ölçekte, buzdan saraylardı bunlar—her köşesi nakış nakış işlenmiş saydam saraylar. İçleri hava doluydu. Hacim olarak onda dokuzluk bir kısmı hava teşkil ediyor; onu çevreleyen narin işlemeli saydam yapı ise hacmin ancak onda birini kaplıyordu.

Bir özelliği daha vardı saydam sarayların: Herbiri benzersizdi. Cem’in içinde bulunduğu yapı da, o güne kadar göklerde kurulmuş milyar kere milyar kere milyar kere milyar kar tanesinden biriydi. Ama daha önce onun tıpatıp aynısı hiç yapılmamıştı; herhalde bundan sonra da yapılmayacaktı.

Cem, buluttan ayrılışıyla yere konuşu arasında geçen o upuzun zaman içinde, milyonlarca kar tanesini, bir kar tanesinin içinden seyretti. Aydınlık bir uzaydaydı Cem. Yıldızlar vardı sadece. Gündüz vakti yıldızlar. Göz alabildiğince yıldızlar. Herbiri farklı, herbiri nakış nakış işlenmiş yıldızlar. Parıldayan kristaller. Kristallerden avizeler. Dönen yıldızlar, inen yıldızlar. Sağdan, soldan, yukarıdan, aşağıdan uçuşan yıldızlar. Yahut kristal saraylar. Hepsinin üzerinde de gideceği yer ve ineceği nokta yazılıydı.

Binlerce metre yukarıdan düşüşe geçtiğinde, yere çakılacağını sanmıştı Cem. Öyle olmadı. Kimi zaman sert rüzgârla savruldu, kimi zaman sakince indi. Ama hiçbir zaman bir düşüş değildi bu. Sonunda, filolar halinde, bir dağ tepesindeki orta büyüklükte bir krater gölü ile onun çevresindeki yamaçlara inen buzdan saraylar arasında, Cem de usulca yere kondu. Gölden çok uzak olmayan, dik bir yamaç düşmüştü onun payına.

Cem bir süre sessizliği dinledi. Farklı bir sessizlikti bu—konuşkan ve akıcı bir sessizlik. Sadece sesin yokluğundan ibaret bir hal değildi; farklı bir musikisi vardı. Daha önce kavak ağaçlarından dervişlerin zikrini, yahut dünya dolusu çiçeklerin duasını işittiği gibi dinledi bu musikiyi Cem. Bu sessizlik de bir zikirdi hiç kuşkusuz; anlatılacak ne varsa doyumsuz bir sükûnet içinde anlatıyordu: denizleri kaldıranı, bulutlara yükleyeni, rüzgârı göndereni, gökte yıldızlar yapıp usulca yere indireni, yeryüzünü bembeyaz örtülerle döşeyeni…


“Ya göl cephesinde durum nasıl?”

Cem’in içindeki Uzaylı, keşiflerini daha ötelere taşımak niyetindeydi.

“Gel,” dedi. “İstersen yıldızları bir de suyun altından seyredelim.”

Hiç itiraz etmedi Cem. Yamaçtan gölün altına inmek, gözünü bir yerden başka bir yere çevirmek kadar kolaydı. Gittiği yerde ise, Cem’i, kırk yıl düşünse aklının köşesinden geçiremeyeceği bir sürpriz bekliyordu.

Suyun üzerine konup çözülen yıldızlar değildi şaşırtıcı olan. Gerçi bu kadarı da seyre doyulmayacak bir manzaraydı. Fakat o yıldızların suya karışırken attıkları çığlıklar tarif edilecek gibi değildi! Tiz mi tiz, insan kulağının işitemeyeceği seslerdi bunlar. Belki çok ince bir çınlamaya benzetilebilirlerdi. Belki de suya atılan taşların yol açtığı halkalar gibi dağılan ve dağıldıkça zayıflayan bir tür çınlamaydı bunlar. Her an binlerce kar tanesinin suya konuşu ile birlikte gölün her tarafından gelen bu kar çığlıkları, gerçekten işitilmeye değer bir yankılanmaydı. Her tarafta çınlamalar vardı; sanki yer ve gök bir garip yankılanmadan ibaret hal almıştı. Bir başka halkanın tam ortasındaydı Cem, Uzaylısıyla ve Dünyalısıyla. Oysa gölün, dışarıdan bakıldığında, ne kadar sessiz ve durgun bir hali vardı! O sessizlik ve durgunluğun bağrında fırtınaların kopacağına kim ihtimal verir?

“Hiçbir şey göründüğü kadar basit değil” dedi Cem.

“Birşey ne kadar basit görünüyorsa o kadar karmaşıktır” diye cevpa verdi içindeki Uzaylı.

Galiba bir dünya kanunu daha keşfedilmişti: Birşey ne kadar basit görünüyorsa o kadar karmaşıktır. Cem bunu zihninin bir kenarına not etmekle yetindi. Doyumsuz bir seyahatin, yahut bir rüyanın tam ortasında idi; uyandırılmak istemiyordu.

“Manzarayı daha küçük bir ölçekte izleyelim istersen.”

Uzaylının teklifi Dünyalı Cem’e hiç yabancı gelmedi. Bu dünyada küçük ile büyük arasında bir fark bulunmadığını çoktan öğrenmişti. Az önce keşfettiği kanunu da dikkate aldığında, birşeyin küçüldükçe büyüyeceği sonucuna varabilirdi.

Bir kar tanesinin suya inişini, Cem, bir su molekülünün bakış açısından karşıladı.

Bir yıldızın inişiydi bu. Küçülen mekânda zaman uzadıkça uzadı. Bir saniyeye bir yıldızın hayatı yerleşti. Cem, ağır ağır, yıldızın bütün zerrelerinin suya batışını izledi. İşin aslı, iki farklı kılığa bürünmüş bir varlığın kavuşmasından başka birşey değildi. Çok önceleri, bu yıldız belki yine bu gölün bir parçasıydı, kimbilir? Belki buradan bir yolunu bulup denizlere akmış, belki bir çiçeğin yapraklarından süzülüp havaya karışmış, sonra kardan bir yıldız olmuş, sonra da dönüp buraya gelmişti. Titanic’in suya gömülüşünü canlandıranlar, gelsinler, bir de binlerce yıldızın bir krater gölüne gömülüşünü ekranlara taşımayı denesinler!

Kardan yıldız suya battıkça, şeffaf tuğlaları birer birer çözülüp suya karıştı. Derken, yıldız, içindeki kargoyu serbest bıraktı. Bu koskoca bir balondu. İçi suyla dolu bir balonun yere düşüşü sırasında aldığı şekillere benzer bir biçimde gerildi ve esnedi havadan balon. Su zerreleri ona yol verdi. Gerilmesi ve esnemesi bir konuşmaydı. O sözü su zerreleri kaptı. Zerreler, zerrelere iletti işittiklerini. Minik kulaklar sözü olduğu gibi işitti, hiçbir ayrıntısını kaçırmadan. Sonra da minik ağızlar olduğu gibi aktardı işitileni, hiçbir şeyini eksik etmeden. Zerrelerden halkalar kuruldu. Halkalar sözü birbirine iletti.

Sonra, işini bitiren balon yükseldi, yükseldi, gölün yüzeyinden uçup gitti başka bir halkaya, yahut yeni bir yıldıza doğru.

Bir kar tanesi, sonsuza yakın bir zaman dilimi içinde göle karıştı.

O zaman diliminde, zerrelerden zakirler, bir zikri sayısız ağızlarla tekrarladılar.

Dünya o sonsuzluk içinde bir gölden mi ibaretti, bir kar tanesinden mi?

Bunu kestirecek halde değildi Cem.

Yalnız emin olduğu birşey vardı:

Herşey ve her söz bir zikirden ibaretti, o kadar.


(Yazarın Zafer Yayınları arasında çıkan Herşeyin Hikâyesini Merak Eden Adam adlı kitabından alınmıştır. Kitap ile ilgili bilgiyi aşağıda, bir sonraki yazıda bulabilirsiniz.)

HERŞEYİN HİKÂYESİNİ MERAK EDEN ADAM

Dünyaya uzaylı gözüyle bakan
bir genç adamın keşifleri


Bir sonbahar günü, umulmadık bir karşılaşmayla başladı Cem'in serüveni.

O gün, Cem'in, kendi hayalgücünü keşfettiği gündü.

Derken, Cem'in içindeki Uzaylı birden uyanıverdi.

Sonrası bir dizi yolculuktu ardı arkası kesilmeyen.


Kitaptan
Önsöz


Modern hayatın temposu, bizi hayatın gerçeklerinden bir hayli uzağa düşürmüş bulunuyor. Nereye gittiğimizi bilmeden, niçin yaşadığımızı anlamadan, bu hayattan beklediklerimizi veya bu hayatın bizden beklediklerini düşünmeye fırsat bulamadan, sürekli olarak bir işten bir işe koşuşturmak suretiyle günlerimizi ve yıllarımızı tüketip duruyoruz. İşlerimiz ve koşuşturmalarımız arasında bize bir miktar zaman kalsa bile, bunları da başta televizyon olmak üzere modern hayatın oyalayıcı araçlarına kaptırmış bulunduğumuz için, mekanikleşmiş yaşama alışkanlıklarımız, bu zaman dilimini özgün bir şekilde değerlendirmemize imkân bırakmıyor. Zaten nice zamandır buna ihtiyaç da duymuyoruz. Hayalgücümüzü, buluş yeteneğimizi kullanmak gibi zorlu işlere soyunmaktansa, evimizin baş köşesindeki meş’um kutunun hazır hayalleriyle oyalanmak bize daha kolay geliyor. Böylece, günlerimiz ve gecelerimiz daha kolay tüketiliyor! Ve biz, bitmesini hiç istemediğimiz bir ömrü saat saat, gün gün ve yıl yıl yiyip bitirerek, erişmekten korktuğumuz sona bir an önce kavuşmak için koşuyoruz.


Hayalgücümüzü kullanmaya hiç gerek yok; çünkü önümüzde, modern hayatın diktiği hazır hayaller var: kazanmak, tüketmek, daha çok kazanmak, daha çok tüketmek, başkalarından daha çok eşya toplamak, başkalarının imreneceği—veya en azından bizi onlar karşısında küçük düşürmeyecek—ünvanlara sahip olmak, iyi semtlerde ve güzel evlerde oturmak, güzel giyinmek, güzel görünmek, güzel kokmak, ünlü olmak, filân marka araba kullanmak, falan yerde tatil yapmak… Bütün bu amaçlar da en ince ayrıntısına kadar bize televizyon reklamlarında, programlarında, dizilerinde ve haberlerinde tek tek gösterildiği ve zihnimize kazındığı için, bu konularda bile hayalgücümüzü kullanmak zorunda kalmıyoruz. Sadece gösterileni yapmak, yaşamak için bize yetiyor.

Ne var ki, hayalgücümüzü kullanmamakla, biz kendimizi hayatın gerçeklerinden uzak düşürmüş bulunuyoruz. Biz gerçek dünya sandığımız kuruntularla oyalanırken, asıl hayat, bütün gerçekliği ve canlılığıyla, bizim dışımızda yaşanmaya devam ediyor. Biz ise, gerçekle yüzleşmeyi ya hiç göze alamıyoruz; veya göze alsak bile bunu bir türlü başaramıyoruz. Çünkü bizi gerçek dünya ile tanıştıracak olan hayalgücümüzü kullanmasını unuttuk.

Elinizdeki kitap, hepimizin yetenekleri arasında bulunan ve en değerli varlıklarımızdan biri olduğunda hiç şüphe bulunmayan hayalgücümüzün üzerindeki külü silkelemeyi ve bu külün altındaki közü tekrar canlandırmayı amaçlıyor. Kitabın kahramanı Cem, içimizden biri. Onun, sizden veya benden veya ondan hiçbir farkı yok. Bununla beraber, Cem, hayalgücünün gücünü keşfetmiş bulunuyor. Ve bu keşif, onu, hepimizin ortak bir şekilde yaşadığı hayatın göz kamaştırıcı yönleriyle karşı karşıya getiriyor.

Takip eden sayfalar, sizi, Cem’in bu dünyadaki gezi ve gözlemlerine katılmaya çağırıyor. Onun buldukları size çok yabancı gelmeyecek; çünkü bunlar bizim dünyamızın gerçekleri. Ancak bu gerçeklerden bu kadar zamandır niçin bu kadar uzak düştüğümüz, yahut bu kadar önemli olayların bu kadar sadelik ve basitlik içinde nasıl gözlerden saklanabildiği konusu, hepimizi düşündürecek. Cem ile beraber bu gezilerde siz de pek çok keşifler yapacaksınız. Hattâ belki Cem’in bulduklarından daha fazlasını keşfettiğiniz zamanlar olacak. Bir şartla:Kitabın kahramanıyla birlikte yolculuğa çıkarken, hayalgücünüzü de beraberinizde getirmeyi sakın unutmayın.

Zafer Yayınları
Tel: 212 – 512 80 80Ankara Cad., 60/3 Cağaloğlu, İstanbul.
http://www.zaferkitap.com
http://www.zaferdergisi.com
http://www.kitapyurdu.com/

Salı, Ağustos 09, 2005

MEDYA İLE GELEN DÜŞMAN

Bir ülkü aranıyor
Ümit Şimşek
(Uçan Üniversite’den / Zafer Yayınları)



Polonyalılar, yüzyılı biraz aşan bir zaman içinde en az dört ayrı sömürgeci güç karşısında mücadele verdiler. Bu mücadeleler sırasında pek çok defalar, yardım umdukları yerlerden hıyanet gördüler: Napoleon onları bağımsızlık vaadiyle savaştan savaşa sürdü; Avrupa, ülkenin paramparça edilişini kayıtsız gözlerle seyretti. ABD ve İngiltere, Nazi işgalinden henüz kurtulmuş Polonya’yı Sovyetlerin ayakları altına serdi. Zamanın en güçlü devletleri ile karşı karşıya geldiklerinde, Polonyalıların, kendilerinden ve kendi millî değerlerinden başka güvenebilecekleri bir yer hiç olmadı.

Polonyalıların var olma mücadelelerinde, her yer bir savaş alanıydı: tavan araları, bodrumlar, ormanlar, çalışma kampları, üniversiteler, tersaneler, aşevleri, kreşler, müzeler, sokaklar... Her zemini ve her imkânı akıllıca ve cesaretle kullanan Polonyalılar, kültür savaşlarında hiçbir zaman mağlûp düşmediler—en azından komünizmin çöküşüne kadar.

Komünizmin çöküşünden sonra ise, virüs, Polonya’yı farklı bir yerden yakaladı. Ülke bir defa daha topyekûn bir kültür istilâsına uğradı. Ancak bu defa silâhlar hiç konuşmadı. Memleket topraklarını askerler işgal etmedi. Darağaçlarından, sürgünlerden, kamplardan eser de yoktu. Gelen, elini kolunu sallayarak geldi. Geldiği yerde de kendisini baş tâcı eden bir ev sahibi buldu.


Doğu bloku içindeki muhalefetin önde gelen isimlerinden Vaclav Havel devlet başkanlığına seçilirken, Polonyalı edebiyatçı Adam Michnik kendisine şu soruyu sormuştu: “Alkışlar bitip de ıslıklar başladığında kendini nasıl hissedeceksin?”

Alkışlar gerçi hiçbir zaman tükenmedi. Sadece, başka tarafa yöneldi. İnsanlar, kendilerini yarım asır önce Sovyetlerin eline teslim eden Amerika’ya, yarım asır sonra Sovyetlerin elinden kurtaran bir dost olarak yöneldiler ve onun tarafından gelen herşeye kucak açtılar.

Polonya dilinin yasaklandığı dönemlerde lisanlarını öğrenmek ve yaşatmak için hayatlarını tehlikeye atanlar, bu defa, gönüllü olarak yabancı bir dili benimsediler. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında caddelerdeki Lehçe dükkân tabelalarını Ruslar polis zoruyla değiştirmişti; komünizm sonrasında ise insanlar bunu kendi arzularıyla ve iyi birşey yaptıklarına inanarak yapmaya başladılar. Tabelalarla beraber konuşma dili de değişmeye başladı; günlük hayat İngilizcenin istilâsı altına girdi. Artık Amerikalılara ait ne varsa bir mükemmellik simgesiydi Polonya halkının çoğunluğu için. Kariyer, başarı, özgürlük, demokrasi, hattâ fazilet, Amerika ile eşdeğer kavramlar haline geldi. Ve Amerikalılarla beraber, Polonya’ya herşey birer birer geldi: McDonalds, Coca Cola, Marlboro, derken sinema, derken, televizyon, derken şiddet ve seks... Amerikan yapımları ekranları öylesine kapladı ki, devlet, radyo ve televizyonlara, yayınlarının yüzde 30’unu yerli yapımlara ayırma mecburiyeti getirdi. Ancak Amerikan yapımları, kendilerine tanınan yüzde 70’lık kontenjanı doldurmakta hiç zorlanmadılar. Siyasal alanda da Amerikancılık hemen hemen hiç muhalefetle karşılaşmadı. Öyle ki, birçokları, Polonya’yı, “Amerika’nın batması imkânsız uçak gemisi” olarak tanımlamaya başladı.

Tüketim kültürünün en güçlü silâhı televizyondu. Ve dünyanın geri kalan kısmı gibi, Polonya da bu silâh karşısında savunmasızdı. Seks-pembe dizi-şiddet üçlüsü, Polonya ve diğer Doğu bloku ülkelerinin televizyonlarında da bütün bir halkı esareti altına almakta zorlanmadı. “Kendimize yeni bir ilâh edindik,” diyordu Çekoslovakyalı edebiyatçı Ivan Klima. “Onun adı, Eğlence.”

Eğlence ve onunla birlikte gelenlere talep yükselirken, eski değerlerin popülaritesinde de aynı hızla düşüş yaşanmaya başladı. Lenin Tersanesinde Mickiewicz’in şiirleriyle ağlayan işçiler yok artık; buna ihtiyaç da kalmadı. Edebiyat ve tarih, en güç anlarda Polonyalılara kim olduklarını hatırlatıyor ve bütün dünyaya karşı direnme azmi aşılıyordu. Derken, birden bire, kendilerini sınırsız bir özgürlükle karşı karşıya buldu Polonyalılar. Engeller yok olmuş, mücadele edecek birşey kalmamıştı. Böylece, yoğun bir mücadele dönemi, birden bire, bir idealsizlikle bıçak gibi kesilivermişti.

Fakat kâinatta boşluk olmaz. Polonyalıları en güç anlarında birleştirdikten sonra en rahat zamanlarında terk edip gitmiş olan ideallerinin arkada bıraktığı yeri, Amerikancılık hemen dolduruverdi.

Birçokları bugünkü duruma geçici bir dönem olarak bakıyor. Belki bir şaşkınlık dönemi. Belki bir iki nesil, bu şaşkınlık içinde kaybolup gidecek ve sonra Polonyalılar, daha önce olduğu gibi, kayıp değerlerinin inşasına bir daha sıfırdan başlayacaklar. Veya, silâhlı ayaklanmaların sonuç vermediğini görüp de Organik Çalışmaya yöneldikleri gibi, bugünkü durumdan kurtulmak için de yeni bir yöntem geliştirmek gerektiği sonucuna varacaklar. Muhtemelen de bugün yurttaşlarını bu kültür istilâsından kurtarmak için alabildiğine özgürlük içinde avazları çıktığı kadar bağırıp da bir türlü sesini işittiremeyen bir azınlık, yine böyle bir oluşumda çekirdek görevini yerine getirecek.

Ama, ne olursa olsun, Polonyalılar, herşeyden önce, kaybettikleri şeyi bulmak ve kendilerine ulusal bir ülkü edinmek zorundalar.Onu buluncaya kadar da herhalde Amerikan idealleriyle idare edecekler.

(Uçan Üniversite hakkında bilgi edinmek için, aşağıda yer alan

"Uçan Üniversite Hakkında Bir Değerlendirme"
"Uçan Üniversite'den"
"İnanılmaz Bir Sivil Direniş Macerası"

başlıklı yazıları okuyabilirsiniz.)

Pazartesi, Ağustos 08, 2005

YENİ ÇIKTI


Risale-i Nur ışığında
CEVŞEN MEÂLİ
Ümit Şimşek


Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı için "Kur'ân'dan tereşşuh etmiş ve bir cihette Cevşen'den feyiz almıştır" diyor.

Gerçekten de, iman hakikatleri ve marifetullah dersleriyle benzersiz bir eser olan Risale-i Nur'un her sayfasından, insan buram buram Cevşen'in kokusunu alıyor.

Risale-i Nur Müellifi, Cevşenü'l-Kebîr'in metninden de
birkaç cümlelik bir bölümünü, bir nümune olarak
tercüme etmiş ve eserlerine almıştır.

Bu kitapta, Bediüzzaman'ın tercümesi ışığında ve Risale-i Nur Külliyatının tamamı taranmak suretiyle, Risale-i Nur'un üslûbuna uygun bir şekilde Cevşen'in bir meâli verilmeye çalışıldı.

Baskısı tükenen ve uzun zamandır ısrarla aranan bu eserin yeni baskısı şimdi kitapçılarda.

Kitap sayfasından alınan resmi büyüterek incelemek için resmin üzerine tıklayınız.

Zafer Yayınları
Tel: 212 – 512 80 80
Ankara Cad., 60/3 Cağaloğlu, İstanbul.

http://www.zaferkitap.com
http://www.zaferdergisi.com
http://www.kitapyurdu.com

CEVŞEN HAKKINDA

BENZERSİZ BİR İNANÇ REHBERİ
Ümit Şimşek

Kulluk, bütün mahlûkatın asıl yaratılış nedenidir. Bununla birlikte, âyet-i kerime, bu konuda cin ve insanlardan özel bir surette bahsetmek suretiyle, onların başka birşey için değil, ancak Allah’a kulluk etmek amacıyla yaratıldıklarını vurgulamıştır. Gerçekten de, insanın kulluğu, onun yaratılışı ve yetenekleri dikkate alındığında, çok kapsamlı bir kulluk olarak ortaya çıkmakta ve böyle bir vurguya liyakatini açıkça göstermektedir.

Maddî ve manevî yetenekleri, zâhir ve bâtın duygularıyla birlikte bir bütün olarak ele alındığında, insan, en azından bizim bildiğimiz kadarıyla, kâinatın en kapsamlı varlığı olarak ortaya çıkar. Bir anlam dile getiren, bir güzellik yansıtan, sanattan haber veren herşey, her varlık, her kavram, insanın varlığında bir karşılığa sahiptir. Eğer göklerde sayısız galaksilerle tablolar resmedilmişse, bunu hayranlıkla izleyecek, onu inceleyecek, sırlarını çözecek ve bu muhteşem tablo karşısında hayranlığını dile getirecek insan vardır. Eğer semânın o sayısız yıldızlarından biri her sabah ve her akşam bir mavi gezegenin ufuklarında dakika dakika değişen manzaraları bir film şeridine sarıp oynatıyorsa, böyle bir gösteriyi anlayacak, takdir edecek, ondan çeşit çeşit hazlar alacak, sonra da bu duygularını ifade edebilecek sadece insan vardır. Yeryüzünün karalarında ve denizlerinde, bu âlemin maddesinde ve mânâsında görülecek, işitilecek, tadılacak, koklanacak, yaşanacak, anlaşılacak, hissedilecek ne kadar güzellik varsa, hepsinin insanda bir karşılığı vardır. Onlardan kimini gözüyle seyreder insan, kimini kalbiyle dinler. Kimini aklıyla inceler, kimini ruhuyla yaşar. Kimini ağzıyla tadar, kimini kulağıyla işitir. Bu haliyle bir insana, bir de kâinata bakan kimse, hiç zorlanmadan bir sonuca varacaktır:

Bu kâinat, bütün güzelliklerinin diliyle soyut ve münezzeh bir güzelliği anlatan bir kitaptır; bu insan da o kitabı bütün incelikleriyle okuyup anlayabilecek bir muhataptır.

“Cemîl-i Zülcelâlin nihayet derecede güzel olan Esmâ-i Hüsnâsının güzellikleri ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş” derken, Bediüzzaman, aynı zamanda bir kâinat tanımı yapmıştır. Aslında bundan daha özlü bir kâinat tanımı düşünmek de imkânsız gibidir. Çünkü varlık âlemi, bütünüyle, İlâhî isimlerin birer aynasından ibarettir; İlâhî isimler ise, “hüsnâ” sıfatında da vurgulandığı gibi, güzeldir, güzelliktir, bütün güzelliklerin kaynağıdır. Böylece, insan, kâinattaki güzellikleri birer birer ölçmekle, tanımakla, terennüm etmekle, aslında İlâhî isimlerin sınırsız güzelliklerinde bir keşfe çıkmış olmaktadır. Bu sonsuz ve doyumsuz keşif gezisinin eğer bir özetini yahut haritasını çıkarmak gerekirse, işte o Cevşenü’l-Kebîr olur.

Cevşen, binlerce yıllık bir kâinat yolculuğunda görebileceği ne varsa hepsini birden sunar insana. Ve gördüklerini nasıl yorumlayacağını, nasıl anlayacağını öğretir. Onu sürekli bir şekilde okumayı itiyat edinen insan, artık göklerin azametiyle gözyaşının narinliğini, dağların içinde saklananla gönüllerde gizleneni, danenin açılışıyla haşrin doğuşunu bir arada görecek ve tefekkür edecek hale gelir. O artık “Kâinattan Hâlıkını Soran Seyyah”ın tâ kendisidir; her kapıyı çalar, herşeyle ve herkesle konuşur; hepsinden Rabbinin güzelliklerini dinler. Elini açtığı anda artık o bir huzurdadır; aracı aramadan, sıra beklemeden, küçük büyük demeden, gizli ve açık bütün dileklerini bir bir sunar ona. Eğer istediği bir küçük lokma ise, O her canlıyı rızıklandırandır. Bir elemden kurtuluş ise, O bütün gamları kaldırandır. Çok küçükse, O herşeye nüfuz eden kudretin sahibidir. Çok büyükse, herşey Onun azameti karşısında boyun eğmiştir. Cennet ise, Onun ülkesidir. Sohbet ise, O en hayırlı yar, en güzel ülfet edilen dosttur. Kolaylıksa Ondan gelir; yardımı O gönderir; yağmuru O yağdırır; bebekleri O doyurur; yaşlılara O acır; O öldürür; O diriltir; O sever; O sevdirir. Cevşen’in tefekkürünü yakalayan bir insanın, kâinat yolculuğunda artık pek az şeye ihtiyacı var demektir.

Cevşenü’l-Kebîr, aynı zamanda, bir itikad rehberi olarak da benzeri olmayan bir eserdir. Klasik kitaplarımızın akaid bahislerinin bu konuda ne kadar yetersiz kaldıkları, ders verdikleri inancın bir türlü hayata geçirilemeyişinden bellidir. Zaten bu konudaki ihtiyaç uzun zamandır ilâhiyatçılarımızın birçoğu tarafından dile getirilmektedir. Gözlerden kaçan şey ise, Cevşen’in ve ondan süzülen eserlerin bu konudaki başarıları olmuştur. Oysa Cevşen’in içerdiği hakikatlerle imanını güçlendiren ve sürekli tazeleyen insanların, hattâ kitlelerin durumu, Allah’a iman hakikatinin nasıl bir muhtevâ ve denge içinde ders verilmesi gerektiğini bütün açıklığıyla göstermektedir.

Cevşen’in bu benzersiz etkisi, onun semavî kaynaklı oluşu kadar, içerdiği ifadelerin büyük ölçüde Kur’ân’dan alınmış olmasıyla da ilgilidir. Hattâ birçok tabir, aynen Kur’ân’dan alınmak suretiyle Cevşen’in cümlelerinde formülleştirilmiştir. Altmış altıncı ukdenin cümleleri, bu konuda güzel bir örnek teşkil eder. Bu ukdenin birinci cümlesi Kur’ân 8:7 ve 10:82’de, ikinci cümlesi 13:41’de, üçüncüsü 10:107’de, dördüncüsü 8:24’te, beşincisi 9:104 ve 42:25’te, altıncısı 20:109 ve 34:23’te, yedincisi 39:67’de, sekizincisi 16:125, 53:30 ve 68:70’te, dokuzuncusu 13:13’te, onuncusu da 7:57’de yer alan ifadelerdir. Doğrudan Kur’ân’da yer almayan ifadeler ise, diğer ifadelerin ayrıntılı birer açıklamasını teşkil etmektedir. Netice olarak bütün bu tanımlar, Kur’ân’ın tasvir ettiği bir ulûhiyet tarifini dile getirmekte ve varlık âleminin her tarafını kuşatan ve hayatın bütün alanlarına nüfuz eden bir inancı formülleştirmektedir.

Bütün üstünlüklerine rağmen, Cevşenü’l-Kebîr de maalesef birtakım tenkitlere uğramaktan hâli kalmamıştır. Ancak peşin olarak belirtelim ki, bu tenkitlerin en aşırısı bile Cevşen’in içeriğinde bir kusur bulamamaktadır. Tenkitçiler, daha ziyade, bu eserin, Hz. Peygamberden gelen bir rivayete dayandırılamayacağını ileri sürmektedirler ve itirazları, somut delillere değil, sadece kanaatlere dayanmaktadır.

Bu itirazlar, hemen hemen hiç değişmeyen bir şekilde, “Cevşen’in Şiî kaynaklarında yer aldığı” tesbitiyle başlar. Bu da bilimsel bir tenkitten ziyade, bir lekeleme yöntemini ele vermektedir. Çünkü böyle bir tesbitten “Cevşen’in sahih olmadığı” şeklindeki bir sonuca varmak için, herşeyden önce, temelde, “Şiî kaynaklarında yer alan herşey uydurmadır” şeklinde bir önermenin bulunması gerekir ki, böyle bir önermeye hak verecek bir akıl ve insaf sahibinin yeryüzünde mevcudiyetine ihtimal vermek pek güçtür. Bu itirazlar, Cevşen’in sıhhatine gölge düşürmekten ziyade, bir kısım Ehl-i Sünnet âlimlerimizin, Şiîler tarafından benimsenen herşeyi peşin olarak reddetme şeklindeki bir taklit geleneğinin ipuçlarını vermektedir.

“Cevşenü’l-Kebîr çok uzun bir münacattır; dolayısıyla bunun hafızalarda saklanarak rivayet edilmesi imkânsızdır” şeklindeki itirazlar da telâşla öne sürülmüş birer bahaneden öteye gitme şansına sahip değildir. Çünkü bu iddiayı kabullenmeden önce de, yukarıdakine benzer şekilde, iki önermeyi peşin olarak benimsemek gerekir: (1) “Hz. Peygamber zamanında hiçbir hadisin yazılmamış olması”; (2) “Cevşen’i ezberleyebilecek bir hafızaya malik hiç kimsenin bulunmaması.” Oysa tarih, her iki önermenin de yanlışlığını bize açık şekilde göstermektedir. Bir kısım hadislerin Hz. Peygamber zamanında kayda geçirildiğini, bazı Sahabîlere Hz. Peygamberin hadisleri yazma izni—hattâ emri—verdiğini biliyoruz. Bunun yanı sıra, Kur’ân’ın inişinden önce İlâhî kaderin yüzyıllarca Arap toplumunu (1) belâğat, (2) hafıza yönünden bu eseri karşılayabilecek hale getirinceye kadar terbiye ettiğini ve sonunda o devir Araplarının en küçük bir belâğat nüktesini bile ilk bakışta çözebilecek bir seviyeye erişirken, bir yandan da, uzun çöl yolculuklarında deve üstünde iken hafızalarından satranç oynayacak bir hafıza gücüne kavuştuklarını da biliyoruz. Neticede, başta hadis olmak üzere, o zamanın insanları tarafından şifahî olarak nesilden nesile nakledilen ve uzunluk itibarıyla Cevşen’den aşağıya kalmayan pek çok metinler bulunmaktadır. Kişilerin başkalarını, özellikle başka toplumları ve başka zamanları değerlendirirken, herkesi kendi kavrayış ve kendi yetenekleriyle sınırlı telâkki etmemelerinde yarar vardır!

Tenkitlerdeki bir başka âşikâr mantık hatâsı da Cevşen’in faziletine dair rivayetlerdeki abartıların ele alınışında görülmekte ve “Bu rivayetler aşırı derecede abartılı ve uydurmadır; dolayısıyla Cevşen de uydurmadır” şeklinde bir sonuca varılmaktadır. Oysa, Cevşen’in sıhhatinin, onun faziletine dair rivayetlerin sıhhatine bağlı olmayacağı, her aklıselim sahibinin hemen kabul edeceği bir gerçektir. Nitekim Kur’ân’ın ve sûrelerinin faziletlerine dair rivayetler arasında da tenkit almış, hattâ uydurma kabul edilmiş birçok söz vardır. Meselâ, “Münâfikun Sûresini okuyana münâfıklar sayısınca sevap verilir” şeklindeki rivayetin sahih olup olmaması, bu sûrenin veya Kur’ân’ın hakkaniyetinden neyi eksiltir?

Bütün bunların da ötesinde, Cevşenü’l-Kebîr gibi bir metnin uydurulmuş olması için herhangi bir neden de ortada yoktur. Uydurma rivayetlerin bir ortak özelliği varsa, o da, aşırı derecede övgü veya yergi içermeleridir: “Patlıcan her derde devâdır” veya “Sizin en şerlileriniz öğretmenlerinizdir” gibi. Ve tabii, bu aşırı övgü veya yerginin bir de gerekçesi vardır: Ortada ya nefretlerin yöneltileceği bir düşman bulunmalı, yahut satılması gereken bir mal veya rağbet edilecek bir kişi veya zümre olmalıdır. Bazan hadis uyduran kişi son derece saf bir niyetle, hayırlı işlere veya kişilere rağbet uyandırmak için, bunların faziletine dair birtakım abartılı iddiaları, hayır işliyorum zannıyla uydurabilir. Bu gibi teşebbüslerden de, olsa olsa, Cevşen’in faziletine dair birtakım rivayetler doğabilir. Yoksa, Cevşen muhtevâsındaki bir metni uydurmak için bir sebep veya sâik yoktur. Çünkü Cevşen baştan sona Allah’ın övgüsünden ibarettir; Allah’ı övmek için ise kimse hadis uydurmaz! Farz-ı muhal, eğer bir beşer, olağanüstü ilmi ve zekâsıyla Cevşen gibi bir metni tertip edecek olsa, böylesine mübarek bir metnin altına imzasını da atar ve kıyamete kadar onu okuyacaklardan dua bekler. Bunun yerine, kendi kaleminin mahsulüne bir hadis-i kudsî süsü vererek kendisine Cehennemde bir yer garantilemek ise, herhalde, Cevşen gibi bir metni üretebilecek bir akıl ve ferasetin eseri olmamalıdır!

Aslında, Cevşen’in, kendi faziletini ispat için kendisinden başka birşeye ihtiyacı da yoktur. İçerdiği hakikatleriyle ve muhteşem örgüsüyle, bu eser, en üst seviyede bir imanı bütün tatlılığıyla ders vermekte ve okuyanın zerrelerine kadar nakşetmektedir. Yine de, “Ağaç meyvesinden belli olur” diyenler, Cevşen’in verdiği meyvelere döndüklerinde, herşeyden önce, asırların beklediği ilm-i kelâm inkılâbını gerçekleştiren Bediüzzaman gibi bir İslâm dâhîsinin Risale-i Nur Külliyatını karşılarında bulacaklardır. Bizzat müellifi, bu eserlerin Kur’ân’dan ve Cevşen’den süzüldüğünü belirtmektedir.

Ve tabii, Risale-i Nur gibi bir esere kaynaklık etmiş bulunan bir metin, daha pek çok ilim ve irfan sahibini İlâhî marifet ve muhabbet nurlarıyla aydınlatmaya devam edecek; kıyamete kadar, daha nice değerli eserlerin doğuşu için ilham verecektir.

Pazartesi, Ağustos 01, 2005

YENİ ÇIKTI


AÇIKLAMALI KUR’ÂN-I KERİM MEALİ
Ümit Şimşek


Şimdi sadece meal olarak da çıktı

İsteyene

mushaflı ve ciltli,
isteyene mushafsız,

sadece meal kısmı.



Düzgün, anlaşılır, akıcı bir Türkçe.

Âyetlerin akışını bozmayacak şekilde,

dipnotu halinde ayrıca yer alan açıklamalar.

İlgili âyetlere göndermeler.

Âyetleri açıklayan, güvenilir temel hadis kitaplarından

alınan hadisler.

Hadislerin kaynakları.

En son bilgilerin ışığında, bilimsel konulara değinen

âyetlerin açıklaması.

Sûreler hakkında açıklamalar.

Kıssalar, nüzul sebepleri ve diğer konularda İsrailiyattan uzak,

sadece güvenilir kaynaklara dayanan açıklamalar.

Ayrıntılı indeks.

Kur’ân’dan ve meâlinden yararlanma konusunda

önemli ipuçları içeren bir sunuş.


Zafer Yayınları
Tel: 212 – 512 80 80
Ankara Cad., 60/3 Cağaloğlu, İstanbul.

http://www.zaferkitap.com
http://www.zaferdergisi.com
http://www.kitapyurdu.com

Ayetler ve İbretler / yeni bir dizi

KUR'AN ÇALIŞMALARINDA YENİ BİR SOLUK Bir süredir Dost TV ekranlarında yayınlanan Ayetler ve İbretler programının ilk 80 bölümü, iki kita...