Pazartesi, Ağustos 08, 2005

CEVŞEN HAKKINDA

BENZERSİZ BİR İNANÇ REHBERİ
Ümit Şimşek

Kulluk, bütün mahlûkatın asıl yaratılış nedenidir. Bununla birlikte, âyet-i kerime, bu konuda cin ve insanlardan özel bir surette bahsetmek suretiyle, onların başka birşey için değil, ancak Allah’a kulluk etmek amacıyla yaratıldıklarını vurgulamıştır. Gerçekten de, insanın kulluğu, onun yaratılışı ve yetenekleri dikkate alındığında, çok kapsamlı bir kulluk olarak ortaya çıkmakta ve böyle bir vurguya liyakatini açıkça göstermektedir.

Maddî ve manevî yetenekleri, zâhir ve bâtın duygularıyla birlikte bir bütün olarak ele alındığında, insan, en azından bizim bildiğimiz kadarıyla, kâinatın en kapsamlı varlığı olarak ortaya çıkar. Bir anlam dile getiren, bir güzellik yansıtan, sanattan haber veren herşey, her varlık, her kavram, insanın varlığında bir karşılığa sahiptir. Eğer göklerde sayısız galaksilerle tablolar resmedilmişse, bunu hayranlıkla izleyecek, onu inceleyecek, sırlarını çözecek ve bu muhteşem tablo karşısında hayranlığını dile getirecek insan vardır. Eğer semânın o sayısız yıldızlarından biri her sabah ve her akşam bir mavi gezegenin ufuklarında dakika dakika değişen manzaraları bir film şeridine sarıp oynatıyorsa, böyle bir gösteriyi anlayacak, takdir edecek, ondan çeşit çeşit hazlar alacak, sonra da bu duygularını ifade edebilecek sadece insan vardır. Yeryüzünün karalarında ve denizlerinde, bu âlemin maddesinde ve mânâsında görülecek, işitilecek, tadılacak, koklanacak, yaşanacak, anlaşılacak, hissedilecek ne kadar güzellik varsa, hepsinin insanda bir karşılığı vardır. Onlardan kimini gözüyle seyreder insan, kimini kalbiyle dinler. Kimini aklıyla inceler, kimini ruhuyla yaşar. Kimini ağzıyla tadar, kimini kulağıyla işitir. Bu haliyle bir insana, bir de kâinata bakan kimse, hiç zorlanmadan bir sonuca varacaktır:

Bu kâinat, bütün güzelliklerinin diliyle soyut ve münezzeh bir güzelliği anlatan bir kitaptır; bu insan da o kitabı bütün incelikleriyle okuyup anlayabilecek bir muhataptır.

“Cemîl-i Zülcelâlin nihayet derecede güzel olan Esmâ-i Hüsnâsının güzellikleri ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş” derken, Bediüzzaman, aynı zamanda bir kâinat tanımı yapmıştır. Aslında bundan daha özlü bir kâinat tanımı düşünmek de imkânsız gibidir. Çünkü varlık âlemi, bütünüyle, İlâhî isimlerin birer aynasından ibarettir; İlâhî isimler ise, “hüsnâ” sıfatında da vurgulandığı gibi, güzeldir, güzelliktir, bütün güzelliklerin kaynağıdır. Böylece, insan, kâinattaki güzellikleri birer birer ölçmekle, tanımakla, terennüm etmekle, aslında İlâhî isimlerin sınırsız güzelliklerinde bir keşfe çıkmış olmaktadır. Bu sonsuz ve doyumsuz keşif gezisinin eğer bir özetini yahut haritasını çıkarmak gerekirse, işte o Cevşenü’l-Kebîr olur.

Cevşen, binlerce yıllık bir kâinat yolculuğunda görebileceği ne varsa hepsini birden sunar insana. Ve gördüklerini nasıl yorumlayacağını, nasıl anlayacağını öğretir. Onu sürekli bir şekilde okumayı itiyat edinen insan, artık göklerin azametiyle gözyaşının narinliğini, dağların içinde saklananla gönüllerde gizleneni, danenin açılışıyla haşrin doğuşunu bir arada görecek ve tefekkür edecek hale gelir. O artık “Kâinattan Hâlıkını Soran Seyyah”ın tâ kendisidir; her kapıyı çalar, herşeyle ve herkesle konuşur; hepsinden Rabbinin güzelliklerini dinler. Elini açtığı anda artık o bir huzurdadır; aracı aramadan, sıra beklemeden, küçük büyük demeden, gizli ve açık bütün dileklerini bir bir sunar ona. Eğer istediği bir küçük lokma ise, O her canlıyı rızıklandırandır. Bir elemden kurtuluş ise, O bütün gamları kaldırandır. Çok küçükse, O herşeye nüfuz eden kudretin sahibidir. Çok büyükse, herşey Onun azameti karşısında boyun eğmiştir. Cennet ise, Onun ülkesidir. Sohbet ise, O en hayırlı yar, en güzel ülfet edilen dosttur. Kolaylıksa Ondan gelir; yardımı O gönderir; yağmuru O yağdırır; bebekleri O doyurur; yaşlılara O acır; O öldürür; O diriltir; O sever; O sevdirir. Cevşen’in tefekkürünü yakalayan bir insanın, kâinat yolculuğunda artık pek az şeye ihtiyacı var demektir.

Cevşenü’l-Kebîr, aynı zamanda, bir itikad rehberi olarak da benzeri olmayan bir eserdir. Klasik kitaplarımızın akaid bahislerinin bu konuda ne kadar yetersiz kaldıkları, ders verdikleri inancın bir türlü hayata geçirilemeyişinden bellidir. Zaten bu konudaki ihtiyaç uzun zamandır ilâhiyatçılarımızın birçoğu tarafından dile getirilmektedir. Gözlerden kaçan şey ise, Cevşen’in ve ondan süzülen eserlerin bu konudaki başarıları olmuştur. Oysa Cevşen’in içerdiği hakikatlerle imanını güçlendiren ve sürekli tazeleyen insanların, hattâ kitlelerin durumu, Allah’a iman hakikatinin nasıl bir muhtevâ ve denge içinde ders verilmesi gerektiğini bütün açıklığıyla göstermektedir.

Cevşen’in bu benzersiz etkisi, onun semavî kaynaklı oluşu kadar, içerdiği ifadelerin büyük ölçüde Kur’ân’dan alınmış olmasıyla da ilgilidir. Hattâ birçok tabir, aynen Kur’ân’dan alınmak suretiyle Cevşen’in cümlelerinde formülleştirilmiştir. Altmış altıncı ukdenin cümleleri, bu konuda güzel bir örnek teşkil eder. Bu ukdenin birinci cümlesi Kur’ân 8:7 ve 10:82’de, ikinci cümlesi 13:41’de, üçüncüsü 10:107’de, dördüncüsü 8:24’te, beşincisi 9:104 ve 42:25’te, altıncısı 20:109 ve 34:23’te, yedincisi 39:67’de, sekizincisi 16:125, 53:30 ve 68:70’te, dokuzuncusu 13:13’te, onuncusu da 7:57’de yer alan ifadelerdir. Doğrudan Kur’ân’da yer almayan ifadeler ise, diğer ifadelerin ayrıntılı birer açıklamasını teşkil etmektedir. Netice olarak bütün bu tanımlar, Kur’ân’ın tasvir ettiği bir ulûhiyet tarifini dile getirmekte ve varlık âleminin her tarafını kuşatan ve hayatın bütün alanlarına nüfuz eden bir inancı formülleştirmektedir.

Bütün üstünlüklerine rağmen, Cevşenü’l-Kebîr de maalesef birtakım tenkitlere uğramaktan hâli kalmamıştır. Ancak peşin olarak belirtelim ki, bu tenkitlerin en aşırısı bile Cevşen’in içeriğinde bir kusur bulamamaktadır. Tenkitçiler, daha ziyade, bu eserin, Hz. Peygamberden gelen bir rivayete dayandırılamayacağını ileri sürmektedirler ve itirazları, somut delillere değil, sadece kanaatlere dayanmaktadır.

Bu itirazlar, hemen hemen hiç değişmeyen bir şekilde, “Cevşen’in Şiî kaynaklarında yer aldığı” tesbitiyle başlar. Bu da bilimsel bir tenkitten ziyade, bir lekeleme yöntemini ele vermektedir. Çünkü böyle bir tesbitten “Cevşen’in sahih olmadığı” şeklindeki bir sonuca varmak için, herşeyden önce, temelde, “Şiî kaynaklarında yer alan herşey uydurmadır” şeklinde bir önermenin bulunması gerekir ki, böyle bir önermeye hak verecek bir akıl ve insaf sahibinin yeryüzünde mevcudiyetine ihtimal vermek pek güçtür. Bu itirazlar, Cevşen’in sıhhatine gölge düşürmekten ziyade, bir kısım Ehl-i Sünnet âlimlerimizin, Şiîler tarafından benimsenen herşeyi peşin olarak reddetme şeklindeki bir taklit geleneğinin ipuçlarını vermektedir.

“Cevşenü’l-Kebîr çok uzun bir münacattır; dolayısıyla bunun hafızalarda saklanarak rivayet edilmesi imkânsızdır” şeklindeki itirazlar da telâşla öne sürülmüş birer bahaneden öteye gitme şansına sahip değildir. Çünkü bu iddiayı kabullenmeden önce de, yukarıdakine benzer şekilde, iki önermeyi peşin olarak benimsemek gerekir: (1) “Hz. Peygamber zamanında hiçbir hadisin yazılmamış olması”; (2) “Cevşen’i ezberleyebilecek bir hafızaya malik hiç kimsenin bulunmaması.” Oysa tarih, her iki önermenin de yanlışlığını bize açık şekilde göstermektedir. Bir kısım hadislerin Hz. Peygamber zamanında kayda geçirildiğini, bazı Sahabîlere Hz. Peygamberin hadisleri yazma izni—hattâ emri—verdiğini biliyoruz. Bunun yanı sıra, Kur’ân’ın inişinden önce İlâhî kaderin yüzyıllarca Arap toplumunu (1) belâğat, (2) hafıza yönünden bu eseri karşılayabilecek hale getirinceye kadar terbiye ettiğini ve sonunda o devir Araplarının en küçük bir belâğat nüktesini bile ilk bakışta çözebilecek bir seviyeye erişirken, bir yandan da, uzun çöl yolculuklarında deve üstünde iken hafızalarından satranç oynayacak bir hafıza gücüne kavuştuklarını da biliyoruz. Neticede, başta hadis olmak üzere, o zamanın insanları tarafından şifahî olarak nesilden nesile nakledilen ve uzunluk itibarıyla Cevşen’den aşağıya kalmayan pek çok metinler bulunmaktadır. Kişilerin başkalarını, özellikle başka toplumları ve başka zamanları değerlendirirken, herkesi kendi kavrayış ve kendi yetenekleriyle sınırlı telâkki etmemelerinde yarar vardır!

Tenkitlerdeki bir başka âşikâr mantık hatâsı da Cevşen’in faziletine dair rivayetlerdeki abartıların ele alınışında görülmekte ve “Bu rivayetler aşırı derecede abartılı ve uydurmadır; dolayısıyla Cevşen de uydurmadır” şeklinde bir sonuca varılmaktadır. Oysa, Cevşen’in sıhhatinin, onun faziletine dair rivayetlerin sıhhatine bağlı olmayacağı, her aklıselim sahibinin hemen kabul edeceği bir gerçektir. Nitekim Kur’ân’ın ve sûrelerinin faziletlerine dair rivayetler arasında da tenkit almış, hattâ uydurma kabul edilmiş birçok söz vardır. Meselâ, “Münâfikun Sûresini okuyana münâfıklar sayısınca sevap verilir” şeklindeki rivayetin sahih olup olmaması, bu sûrenin veya Kur’ân’ın hakkaniyetinden neyi eksiltir?

Bütün bunların da ötesinde, Cevşenü’l-Kebîr gibi bir metnin uydurulmuş olması için herhangi bir neden de ortada yoktur. Uydurma rivayetlerin bir ortak özelliği varsa, o da, aşırı derecede övgü veya yergi içermeleridir: “Patlıcan her derde devâdır” veya “Sizin en şerlileriniz öğretmenlerinizdir” gibi. Ve tabii, bu aşırı övgü veya yerginin bir de gerekçesi vardır: Ortada ya nefretlerin yöneltileceği bir düşman bulunmalı, yahut satılması gereken bir mal veya rağbet edilecek bir kişi veya zümre olmalıdır. Bazan hadis uyduran kişi son derece saf bir niyetle, hayırlı işlere veya kişilere rağbet uyandırmak için, bunların faziletine dair birtakım abartılı iddiaları, hayır işliyorum zannıyla uydurabilir. Bu gibi teşebbüslerden de, olsa olsa, Cevşen’in faziletine dair birtakım rivayetler doğabilir. Yoksa, Cevşen muhtevâsındaki bir metni uydurmak için bir sebep veya sâik yoktur. Çünkü Cevşen baştan sona Allah’ın övgüsünden ibarettir; Allah’ı övmek için ise kimse hadis uydurmaz! Farz-ı muhal, eğer bir beşer, olağanüstü ilmi ve zekâsıyla Cevşen gibi bir metni tertip edecek olsa, böylesine mübarek bir metnin altına imzasını da atar ve kıyamete kadar onu okuyacaklardan dua bekler. Bunun yerine, kendi kaleminin mahsulüne bir hadis-i kudsî süsü vererek kendisine Cehennemde bir yer garantilemek ise, herhalde, Cevşen gibi bir metni üretebilecek bir akıl ve ferasetin eseri olmamalıdır!

Aslında, Cevşen’in, kendi faziletini ispat için kendisinden başka birşeye ihtiyacı da yoktur. İçerdiği hakikatleriyle ve muhteşem örgüsüyle, bu eser, en üst seviyede bir imanı bütün tatlılığıyla ders vermekte ve okuyanın zerrelerine kadar nakşetmektedir. Yine de, “Ağaç meyvesinden belli olur” diyenler, Cevşen’in verdiği meyvelere döndüklerinde, herşeyden önce, asırların beklediği ilm-i kelâm inkılâbını gerçekleştiren Bediüzzaman gibi bir İslâm dâhîsinin Risale-i Nur Külliyatını karşılarında bulacaklardır. Bizzat müellifi, bu eserlerin Kur’ân’dan ve Cevşen’den süzüldüğünü belirtmektedir.

Ve tabii, Risale-i Nur gibi bir esere kaynaklık etmiş bulunan bir metin, daha pek çok ilim ve irfan sahibini İlâhî marifet ve muhabbet nurlarıyla aydınlatmaya devam edecek; kıyamete kadar, daha nice değerli eserlerin doğuşu için ilham verecektir.

Hiç yorum yok:

Ayetler ve İbretler / yeni bir dizi

KUR'AN ÇALIŞMALARINDA YENİ BİR SOLUK Bir süredir Dost TV ekranlarında yayınlanan Ayetler ve İbretler programının ilk 80 bölümü, iki kita...