Pazartesi, Temmuz 25, 2005

UÇAN ÜNİVERSİTE HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME

Polonyalıları nasıl bilirsiniz?
Etyen Mahçupyan


DÜŞÜNCE TARİHİ öğrencileri Avrupa’da Türkiye’yi mukayese edecek ülke aradıklarında genellikle karşılarına Polonya çıkar. Onların da tam Avrupalı olmadıkları, milliyetçilikleri vurgulanır. Morötesi Yayınları’ndan çıkan küçük; ancak olağanüstü bir kitap bu kolaycı yargıların ne denli temelsiz olduğunu göstermekte.

Ümit Şimşek’in özenle, tevazuyla ve sağlam bir nesnellikle kaleme aldığı kitabın tanıtımı bir süre önce Zaman’ın kültür sayfasında da yapılmıştı. ‘Uçan Üniversite’ başlıklı bu çalışma, bizler ile Polonyalılar arasında neredeyse hiçbir benzerliğin olmadığını ima etmekte. Hatta biraz cesur davranma pahasına onların niçin çoktan Avrupalı olduklarını, bizlerin ise niçin Avrupalı olamadığımızı ortaya koymakta...

Polonya 1772 yılıyla 1795 arasında Prusya, Rusya ve Avusturya arasında üç kez paylaşılıyor ve sonuncusunda haritadan siliniyor. 1815’te Napolyon’un ‘kurtarıcı’ orduları sayesinde bir Varşova Dükalığı’na dönüşse de, hemen akabinde bir kez daha paylaşılmaktan kurtulamıyor. Daha sonra ortaya çıkan bütün ayaklanmalar şiddetle bastırılmakla kalmıyor; 1864 itibarıyla yoğun bir Ruslaştırma ve Almanlaştırma yaşanıyor. Polonyalıların bütün bu yaşananlara cevabı, ‘toplumu köklerinden başlayarak güçlendirecek’ bir eğitim faaliyetinin üretilmesi... ‘Organik Çalışma’ adını verdikleri bu faaliyet, tüm baskılara karşın gizli ve şifreli eğitim kampanyaları yaratıyor. O kadar ki kendi kendine öğrenim bir moda halini alıyor. 1882 yılında özellikle kadınlar için bir yeraltı üniversitesi oluşuyor. ‘Uçan Üniversite’ hangi dersin nerede olacağının ancak birkaç saat öncesinden bilinebildiği, hocaların ve öğrencilerin kendi hayatları pahasına, hayranlık uyandıran bir azim ve sebatla yürüttükleri bir proje. Bu üniversite 1905’e kadar yaklaşık 5.000 mezun veriyor. Daha sonraki yıllarda ise 1919’a kadar senede 2.500 kişiyi bünyesine alıyor.

Birinci Dünya Savaşı, Rus, Alman ve Avusturya ordularında yaklaşık 2 milyon Polonyalının birbirlerine karşı savaşmasını ve yarım milyonunun kendi topraklarında ölmesi demek... Savaşta rol alan Pilsudski adlı bir general 1918’de Polonya’yı bağımsızlığına kavuşturuyor; ama bu kez de 1933’te ölümüne kadar sürecek bir diktatörlük kuruyor. 1939 Alman işgali... Almanlar, Polonya ırkını 1975’e kadar tamamen yok etme niyetlerini gizlemiyorlar. Bu koşullar altında bir ‘Polonya Yeraltı Devleti’ kuruluyor. Tüm bakanlıkları, bürokrasisi, mahkemeleri ile yerüstünde yaşanan zulme alternatif, ona paralel bir devlet... Bu devlet bir yandan direnişi örgütlerken, asıl gücünü eğitime ve yayıncılığa veriyor. İnsanlar toplama kamplarında bile ‘sınava girecekmiş gibi ders çalışıyorlar’. Gestapo yönetimi altında, yeraltındaki ortaöğrenimde yaklaşık 2000 okul ve 100 bin öğrenci bulunuyor. Tüm okul sistemi ele alınırsa neredeyse 1,5 milyon gizli öğrenciden söz etmiş oluyoruz. Bu öğrenciler fen bilimleri yanında edebiyat, müzik ve resim tartışıyorlar...

Derken Polonya, Sovyetler tarafından ‘kurtarılıyor’ ve Stalinizm’in kültür katliamına mahkûm oluyor. Ama Polonyalılar uçan üniversiteyi yeniden hayata geçiriyorlar. Kendilerine sunulan resmi tarihi gülünç hale getiriyorlar... Zamanla yeraltından gelen her şey ‘gerçeğin’ ta kendisi oluyor. Sivil itaatsizlik siyasetin temelini oluştururken, bütün kışkırtmalara karşın Polonyalılar şiddet kullanmaktan bilinçli olarak kaçınıyorlar. Bu olağanüstü tarih insanda Polonyalı olma isteği uyandırıyor... Ümit Şimşek’in kitabını bitirdiğinizde kendimiz üzerine bir kez daha düşünmeye başlıyor ve ‘gelişmişliğin’ toplumsal enerjiye dayanan zihniyetsel bir hal olduğunu fark ediyorsunuz...

Pazartesi, Temmuz 18, 2005

UÇAN ÜNİVERSİTE'DEN

Adım adım sivil topluma doğru
Ümit Şimşek


EĞİTİM CEPHESİNDEKİ gelişmeler hızını almış giderken, Polonya, iki ayrı cephede daha tarihî bir süreçten geçiyordu: işçiler ve Kilise. Uçan Üniversitenin faaliyete geçtiği yıl, bu iki cephede de önemli gelişmeler cereyan etti:

Ünlü Dayanışma’nın çekirdeğini teşkil eden oluşumlar resmen başladı. Aynı yıl içinde, John Paul II Papa seçildi. Yeni Papa, Nazi işgali yıllarında Polonya’da yeraltı seminerlerinin devamlılarından Karol Wojtyla’nın tâ kendisiydi.

İşçiler ve Kilise ile aydınlar arasında daha önce ciddî bir birlikten söz etmek nadiren mümkün olabiliyordu. Meselâ 1968 yılında öğrenciler ifade özgürlüğü isterken, ekmek derdindeki işçiler için bu istekler bir anlam ifade etmiyordu. Buna karşılık, 1970-71 yıllarında grevlerde işçilerin öne sürdükleri ekonomik nitelikli istekler de öğrenci ve aydınların gündeminde ilk sırayı işgal eden maddeler değildi. Yalnız, Kilise, her iki kesimin isteklerinin arkasında yer alıyor, ama o da gösterileri fiilen desteklemekten kaçınıyordu.

Bu defa ise, her üç kesim arasında ciddî bir işbirliği ve dayanışma zemini vardı. Öğretim üyeleri, gazeteciler, yazarlar, hukukçular, ekonomistler, işçilerin isteklerini destekleyen açıklamalar yapıyorlar, onların eylemleri içinde yer alıyorlar, onlar adına görüşmelere katılıyorlar ve bu arada işçi hareketinin sağlam teorik temellere oturtulmasına katkıda bulunuyorlardı. Kilise de direnişteki işçilerin ailelerine yardım amacıyla bir destek sistemi kurmuştu; ayrıca işçilere moral yardım sağlıyor ve eğitim veriyordu. Bu arada Dayanışma’nın üye sayısı 10 milyona dayandı; bu, toplam Polonya nüfusunun dörtte birine tekabül eden bir rakamdı. O sıralarda Papanın anavatanı Polonya’ya yaptığı anlamlı ziyaret de (1979) milyonlarca kişiyi meydanlarda topluyor ve özgürlük hareketine bir ivme kazandırıyor; devlet ise, kitlelerin kendi kontrolundan çoktan çıkmış olduğunu artık net bir şekilde görebiliyordu. Katolik Kilisesi, zaten öteden beri Polonya toplumunda çok derinlere kök salmış güçlü bir kuruluştu; bu yüzden komünist rejim ona dokunamamıştı. Yoksa, Rusya’nın kendisinde Rus Ortodoks Kilisesi bile Sovyet gizli polisi KGB’nin nüfuzu altındaydı; Polonya halkının Kiliseye olan bağlılığı ise bu ülkede böyle bir durumun tekrarlanmasına imkân bırakmamıştı.

Her üç kesim arasındaki dayanışmaya asıl gücünü kazandıran şey ise, onların, şiddetten kaçınma konusundaki kararlılıklarıydı. Polonya’daki özgürlük hareketlerinin geçmişinde her türlü yöntem vardı. Ve şimdi, Polonyalı işçiler de, aydınlar da, herşeyi yerli yerine oturtacak ve geçmişten neyin ne zaman alınması gerektiğini doğru bir şekilde belirlemelerini sağlayacak bir birikime sahiptiler. Aynı Polonya halkı, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Nazilere karşı bir Yurt Ordusu örgütlemişti. Ancak, “Yurt Ordusu bir ordu idi; biz ise ordu değiliz” diyordu Dayanışma’nın faal üyelerinden Bogdan Lis. “Şiddet, Dayanışma’nın sonu olur. Bizim görevimiz, bu direnişin terörizme sapmasını önlemektir.”

Hükûmetin muhaliflerde en ziyade görmeyi arzuladığı şeyin şiddet olduğundan kimsenin kuşkusu yoktu; bunu aydınlar da, işçiler de iyi biliyorlardı. Uçan Üniversite öğretim üyelerinden ve muhalefet hareketinin öncülerinden ünlü edebiyatçı Adam Michnik, “Mevcut hapishanelere baskınlar düzenlemekle, farkında olmadan yenilerini inşa etmiş oluruz” diyordu. Jacek Kuron da kuvvet kullanma eğilimlerine karşı uyarılarda bulunuyor ve şiddetin, velev iktidar değiştirse bile hiçbir zaman özgürlük getirmeyeceğine dikkat çekiyordu.

Buna benzer söylemlerin teorik zeminlerde dile getirilmesi kolay görünse de, yıllarca süren ve kitleleri içine alan bir mücadelede böyle bir ilkeyi savunmanın ve uygulamanın zorluğu üzerinde ne kadar söz söylense abartı sayılmamalıdır. Çünkü müsbet hareketin getireceği sonucu önceden görebilmek basiret ister; bu sonucu beklemek de sabır ister. Öfkeyi ise, hele mağdur ve mazlum kitlelerde tahrik etmek pek kolaydır. Masum bir gösteriyle hakkını arayan işçilerden 45 tanesinin polis ateşiyle öldürülmesi (14 Aralık 1970), 2500 işçinin tutuklanarak tamamının feci şekilde dövülmesi (1976), Uçan Üniversite öğretim üyelerinin sık sık tutuklama ve işkencelere maruz kalması ve bunlara benzer olayların yıllar boyunca sürüp gitmesi, bir yönüyle halkı sindirmek, bir yönüyle de öfkelendirerek şiddete yöneltmek amacı taşıyan bir politikaydı. Eğer bu politika herhangi bir noktada hedefine ulaşacak olsaydı, herhalde, Polonya, komünizmin temellerinden göçmeye başladığı ülke olamayacak; belki de Sovyet diktatörlüğüne karşı verilen bir mücadele, daha uzun yıllar boyunca sürünüp gidecekti.

Diktatörlerin, istibdatlarını devam ettirmek için halkın yardımına muhtaç olduklarını bilenler arasında en ünlüsü, Gandi’dir (1869-1948). Yirminci yüzyılın pek çok özgürlük mücadelesine ilham veren Gandi, “Yönetilenlerin yardımı olmazsa, İngilizler Hindistan’ı yönetemez” inancındaydı. Gandi’nin bu inançtan hareketle geliştirdiği ve Hindu dilinde “gerçek” ile “sımsıkı sarılmak” anlamındaki iki sözcükten oluşan “satyagraha” adlı hareketi, şiddetten uzak bir direniş modeli teşkil ediyordu. Hattâ, Gandi’nin ifadesiyle, bu, “bir direniş modeli” değil, “yegâne direniş modeli” ve “elektrikten daha pozitif, esir maddesinden daha etkili bir güç” idi.

Gandi’nin âdetâ bir bilim halinde geliştirdiği bu model, yirminci yüzyılın birçok önemli isimlerini de etkiledi. Martin Luther King (1929-1968), Hindistan’a gelerek Gandi’nin yöntemleri üzerinde çalıştı. Polonya’da Dayanışma hareketinin liderlerinden Zbignieg Bujak, “Gandi’yi de, Martin Luther King’i de okumuş ve onların yöntemini benimsemiştik” diyordu.

Demirperde gerisindeki muhalefetin ünlü isimlerinden, Çekoslovakyalı yazar—ve komünizm sonrasında devlet başkanı—Vaclav Havel de, Gandi’nin kullandığı kelimelere benzer kelimeleri kullanarak, “gerçekle yaşamak” şeklinde bir kavram geliştirdi. Havel, bu formülü ile, kişilerin, “sanki bir baskı rejimi hiç mevcut değilmişçesine” günlük hayatlarına devam etmesini savunuyordu. Bu formül, başta Polonya olmak üzere, Demirperde gerisi ülkelerde, 80’li yıllarda geniş çapta tutundu ve etkisini de gösterdi. Anne Applebaum adında Batılı bir gazeteci, bu ilkenin uygulanışına dair bir gözlemini, yıllar sonra şu şekilde anlatacaktı:

Polonya’ya 1987’de ilk defa gittiğimde, arkadaşlarımın evinde kaldım. Yasaya göre, özel bir evde kaldığımı polise bildirmem gerekiyordu. “Biz bunu yapmayız,” dedi arkadaşlarım. “Polisin, bizimle kimlerin kaldığını bilme hakkının bulunduğuna inanmıyoruz.” Bunun üzerine, ben polise kaydımı yaptırmadım. Benimle beraber binlerce kişi de aynı şekilde davrandığı için, yasa, zamanla uygulanamaz hale geldi.
Bugün dünyanın “sivil itaatsizlik” olarak bildiği ve demokrasi ve insan hakları muhtevası içinde vazgeçilmez bir yeri bulunan bir kavram, böylece, dünyanın en şiddetli diktatörlüklerinden biri içinde, insanlara yaşanabilir alanlar açmaya başladı. Başlarında müstebit bir rejim yokmuşçasına davranan insanlar, dış dünyadaki sahte kurum ve kavramların, küçük ama gerçek modellerini kendi dünyalarında inşa ettiler. Uçan üniversiteler kurdular, basım ve yayınevleri açtılar, sergiler düzenlediler, konserler verdiler, seminerler organize ettiler, dernekler örgütlediler. Sonunda bu küçük dünyalar büyüdü. Onlar büyüdükçe dışındakiler küçüldü. Nihayet, sivil toplum, Charles F. Bahmueller’in deyimiyle, “devlet kontrolunun etrafına bir koza örerek” onu bütünüyle soyutladı ve toplumun dışına attı. Gerçi bilim adamlarının, sanatçıların, din adamlarının mücadelesi siyasal bir mücadele değildi. Ama ister bilim, ister sanat, isterse din olsun, herşeyi devlet kendi siyaset alanında gördüğünden, bu alanlarda yapılan herşey, hattâ bir apartman dairesindeki matematik tartışması bile, sonuç itibarıyla rejim karşıtı bir nitelik kazanıyor ve, kaçınılmaz bir şekilde, böyle bir zıtlaşmada mağlûbiyet daima devletin kısmetine düşüyordu. Dayanışma saflarındaki mücadelesi nedeniyle tutuklanan Polonyalı tarihçi Bronislaw Gemerek, bu durumu, koca bir makineyi bozan bir kurum tanesiyle açıklıyor:

Moral direniş, politik ve askerî güce dayanan sistemler karşısında ümitsiz görünüşüne rağmen, büyük ama hassas bir makinenin dişleri arasına kaçmış bir kum tanesi gibi iş görür. Siyasetten açık bir biçimde kaçınan ve eğitim üzerinde, bilgi ve düşünce alışverişi ile belirli grupların temel hakları üzerinde yoğunlaşan bir sivil toplum düşüncesinde bile, totaliterlik karşıtı muazzam bir potansiyel mevcuttur.

Sivil toplumun çekirdekleri, başlangıçta hiç de büyük değildi. Ama onlar birer yoğunlaşma çekirdeğiydi—tıpkı atmosferde bulut damlacıklarını etraflarına toplayarak dağ gibi bulutlara dönüşen yoğunlaşma çekirdekleri gibi. Vaclav Havel, böyle bir işlevi bizzat yerine getirmiş bir aydın olarak, bir gözlemini, yazılarından birinde şöyle dile getiriyordu:

Şurası gittikçe aşikâr hale geliyor: Görünürde güçsüz, ama hak sözü haykırma cesaretini kendisinde bulan ve bütün kişiliği ve bütün hayatıyla sözünün arkasında durarak bunun için yüksek bir fiyat ödemeye hazır olan tek bir kişi, adı sanı bilinmeyen binlerce seçmene oranla, şaşılacak derecede daha fazla bir güce sahiptir.
Bu satırlarda tanımlanan sıradan insanlarda saklı bu muazzam gücün nelere kadir olduğunu gösteren pek çok olay, Polonya’da peş peşe yaşandı.

Önce Çarlık Rusyası ile Prusya gelip geçti bu sahneden. Her ikisi de yeryüzünde Polonya’dan bir iz bırakmamaya azimliydi. Fakat izleriyle beraber kaybolanlar kendileri oldu.
Sonra Naziler geldi. Onlar, 1975 yılına kadar Polonya ırkını tamamen ortadan kaldıracaklarını hesaplıyorlardı; kendi ömürleri beş seneyi geçemedi.

Arkasından, Sovyetler Birliği aynı şeyi denemeye kalktı. Koca imparatorluk bütün gücüyle Polonya’nın üzerine çullandığında, ülkenin meşhur üniversitesi yine yeraltında uçuşa geçmiş, mütevazı insanlar yine kitaplarına ve kalemlerine sarılmıştı. Yine evden eve sınıflar dolaştı, öğretmenlerle öğrenciler gizli gizli buluştu, gecenin karanlıklarında ve gözden uzak yerlerde bilim ve sanat konuşuldu. Çok geçmeden, dev imparatorluk kâğıttan bir kale gibi yıkılıverdi. İlk çatırtılar, her yerden önce, Uçan Üniversitenin ülkesinden duyulmaya başlamıştı.

Bugün dönüp de geriye bakanlar, Polonyalıların iki asır boyunca büyük bir basiretle büyük işler başardığını görmekte zorlanmıyorlar. Fakat olayların içindeyken böyle bir basireti—üstelik toplum çapında—gösterebilmenin kolay bir iş olduğunu kimse iddia edemez. Zira Polonyalılar işgal gibi, yok edilme gibi büyük felâketlerle karşı karşıyaydılar ve “küçük işlerle” uğraşarak büyük bir işi başarmaya ve bu felâketleri yenmeye çalışıyorlardı. Bunlar alfabeyi sökmek, satır satır fizik öğrenmek, şiir okumak, beste yapmak, bir tabloyu incelemek, bir bilim veya sanat dalının inceliklerini kapmak veya bütün bunları sıradan birkaç insana öğretebilmek için yıllar boyunca hayatını tehlikeye atarak—bazan da feda ederek—tavan aralarında, bodrum köşelerinde dirsek çürütmek gibi işlerdi. Fakat bu küçük işler etrafında toplanan küçük topluluklar, bazan bir ilkokul sınıfı, bazan bir müzik grubu, bazan bir edebiyat topluluğu halinde yeraltında dolaşırken, bağımsız bir toplum hayatının temel direklerini Polonya topraklarının derinliklerine kadar çakıyorlardı. Bu topluluklara katılanlardan herbiri, bir yandan kimya formülleri ezberlerken, bir yandan da, kişiliğini ve özgürlüğünü totaliter rejimlere ve sömürgeciliğe karşı koruyacak bir aşıyı genlerine işliyordu.


(Yazarın, Zafer Yayınları arasında yeni baskısı çıkan Uçan Üniversite adlı kitabından alınmıştır. Kitap ilgi ilgili bilgi aşağıda yer almaktadır.)


İnanılmaz bir sivil direniş macerası

UÇAN ÜNİVERSİTE
Bir millet, kendisini ortadan kaldırmak isteyen

sömürgeci ordularını bilim ve sanatla
nasıl tarihe gömdü?

Komşuları, onların topraklarını kendi aralarında paylaştı.
Sonra bir kültür katliamı başladı.
Kimi Ruslaştırmaya çalıştı onları, kimi Almanlaştırmaya.
Sonra Naziler geldi, Polonya ırkını tümüyle ortadan kaldırmak için.
Onların yapamadığını da en sonunda Sovyetler yapmaya kalktı yarım asır boyunca.

Polonyalılar bütün bunlara, çılgınca eğitim kampanyalarıyla cevap verdiler. Yeraltında sınıflar açıldı. İlkokuldan üniversiteye milyonlarca öğrenci kaçak okullarda okudu. Üniversiteler evden eve dolaştı. Çatı katlarından toplama kamplarına kadar her yer bir okula dönüştü. Yeraltı yayınları milyonlarca tiraja ulaştı. Sanat ve kültür faaliyetleri hızını hiç kesmedi.

Sonunda, Polonyalıları yok etmek isteyenlerden yeryüzünde eser kalmadı.

Polonya ise hâlâ ayakta.

Bu arada, bilimden edebiyata birçok Nobel ödülü de kazandı.



UÇAN ÜNİVERSİTE İÇİN NE DEDİLER?

Küçük, ancak olağanüstü bir kitap. … Ümit Şimşek’in özenle, tevazuyla ve sağlam bir nesnellikle kaleme aldığı … bu çalışma, bizler ile Polonyalılar arasında neredeyse hiçbir benzerliğin olmadığını ima etmekte. Hatta biraz cesur davranma pahasına onların niçin çoktan Avrupalı olduklarını, bizlerin ise niçin Avrupalı olamadığımızı ortaya koymakta...
Bu olağanüstü tarih insanda Polonyalı olma isteği uyandırıyor... Ümit Şimşek’in kitabını bitirdiğinizde kendimiz üzerine bir kez daha düşünmeye başlıyor ve ‘gelişmişliğin’ toplumsal enerjiye dayanan zihniyetsel bir hal olduğunu fark ediyorsunuz...

Etyen Mahçupyan

Tek kelimeyle destânî bir hikâye.
A. Turan Alkan

Sömürgeci ordularını ilim ve sanatla tarihe gömen bir milletin akıllara durgunluk veren sivil direniş macerasını daha teferruatlı öğrenmek isteyenlere bu kitap tavsiye edilir.
Abdullah Aymaz

Sayısız savaşa rağmen dimdik ayakta kalan Polonyalıların sanat ve kültürle zenginleşen direnişlerini merak edenlere.
Radikal Kitap

Uçan Üniversite'yi kitapçılardan, NT mağazalarından ve aşağıdaki adreslerden temin edebilirsiniz:

Zafer Yayın Grubu: 212 – 512 80 80

http://www.zaferkitap.com/
http://www.zaferdergisi.com
http://www.kitapyurdu.com/

Pazar, Temmuz 10, 2005

BÜYÜK KAVUŞMA

Âyet ve hadislerin ışığında
ÖLÜM, KIYAMET VE DİRİLİŞ

Dünya-kabir-kıyamet-âhiret yolculuğunun bütün ana duraklarını kapsayan bir rehber
_______________

Cennet size ayakkabınızın bağından daha yakındır.
Cehennem de öyle.
Hadis-i şerif
________________


Kıyamet ve âhiret öylesine yakın ki bize…
Bu dünyadan ayrılmak bir anlık iş. Ondan sonrası da ertesi sabah gibi.
Daha sonrası ise sonsuzluk…
Orada dünyanın on misli kadar bir mülke herbirimiz tek başına sahip olabiliriz.
Yahut böyle bir talih ayağımıza kadar gelmişken onu kaçırabiliriz.
Aslında onu kazanmak çok kolay.
Kaybetmek de öyle…
Kazanırsak, onu bu dünyada kazanacağız; kaybedersek yine burada kaybedeceğiz.
Dünya-kabir-kıyamet-âhiret yolculuğunun bütün ana duraklarını kapsayan bir rehber niteliğindeki bu kitap, tümüyle Kur’ân ve Hadise dayanarak hazırlandı.

İÇİNDEKİLER

Önsöz
1 Bir varmış, bir yokmuş
2 Diriltmekten kolay ne var?
3 İnsanın macerası
4 Öncesi ve sonrasıyla dünyamız
5 Bir kısacık ânın değeri
6 Sonsuzluğa ilk adım
7 Berzah âlemi
8 Kıyamete doğru
9 Ölümlerin en korkuncu
10 Sonsuzluğun ilk günü
11 Mahşerden sahneler
12 Kitap ortaya konduğunda
13 Rabbin kuluyla konuştuğu gün
14 İşte kitap, işte hesap
15 Rahmetin bir başka tecellîsi: şefaat
16 Delilsiz gidilmez, yollar yamandır
17 Havuz başında randevu
18 Cennete giriş
19 Cennette hayat
20 Cennetin de ötesi
21 Cennet Cennet üstünde
22 Azgınların yeri Cehennem
23 Cennete en son girenler
24 Son söz


ÖNSÖZ

ÂHİRET İNANCI, imanın da, hayatın da en önemli gerçeğidir. Gerek iman, gerekse hayat, ancak âhirete iman sayesinde bir değer kazanır. Aksi takdirde, huzuruna çıkılıp da hesap verilmeyecek, yahut kendisine kavuşulmayacak bir Tanrı inancı bu hayatta bir anlam ifade etmez; yok olup gitmeye mahkûm insanların, hergün ölüme bir adım daha yaklaştığını göre göre bu fâni hayatı yaşamaya çalışması bir azap olmaktan öteye gitmezdi. Âhiret inancından bütünüyle yoksun toplumların içine düşebileceği durumu düşünmek ise, tüyleri ürpertmeye fazlasıyla yeter. Gerçi bugünkü haliyle dünyamız bu inançtan çok fazla nasibini almış görünmüyor; ama ya hiç nasibi olmasaydı? Ya insanları kötülükten alıkoyacak, bahtsızlara bir tesellî verecek, mazlumların yüreğine su serpecek bir âhiret ümidi tümüyle yok olsaydı? Eğer dünya bugün bütün olumsuzluklarına rağmen yaşanacak bir yer olmaya devam ediyorsa, insanlar bunu herşeyden önce âhiret inancına borçludurlar.

Fakat bunun tersi de aynı derecede geçerlidir: Eğer bugün dünyada ağız tadıyla yaşanamıyorsa, bunun başta gelen sebebi, âhiret inancının zayıflığından başka birşey değildir. Zira dünyanın küçük veya büyük bütün problemlerinin çözümü şu iki âyette toplanır:


Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür.
Kim zerre kadar kötülük yapmışsa, o da onu görür.
[1]


En küçük bir iyiliğin ve en küçük bir kötülüğün mutlaka karşılık bulacağına dair kesin bir inançladır ki, insanlar huzura kavuşur, insan toplulukları içinde yaşanacak hal alır. Bu inancın yokluğu halinde, başka bir felsefeyle yahut düşünülebilecek herhangi bir önlemle onun yerini doldurmak mümkün değildir. Eğer mümkün olsaydı, bugün biz kazandığımız paranın büyük kısmını birbirimizin kötülüklerinden korunmak için harcamak zorunda kalmazdık!

Bugün insanların en büyük ihtiyacı âhiret inancından ve onun güçlendirilmesinden ibarettir dersek, hiç de abartmış olmayız. Asıl abartı bunun tersi yöndedir. Bütün dikkatler dünya üzerinde odaklanmış, bütün çabalar temelsiz bir dünyanın gelip geçici oyalanmalarına yönelmiştir. Dünya hayatı zamanımızın kutsal değeri haline gelmiş, ona toz konduracak en küçük bir ima bile suç sayılır olmuştur. Ne çare ki, ona olan bu düşkünlüğümüz bize dünyayı kazandırmıyor. Ona bağlandıkça fakirleşiyor, mutsuzlaşıyor, dünyaca geriliyoruz. Oysa dünyaya âhiret tarafından bakabilsek, âhiret ile birlikte dünyamızı da yaşanır bir hale getirmiş olacağız. Herşeyden önce, ölümle barışacağız ve bu bize hayatın ne demek olduğunu gösterecek. Zira, Yahya Kemal’in dediği gibi, “Yaşamak zevki nedir, bilmez ölümden korkan.”

Âhirete inanmayı gerektiren sebepler üzerinde uzun uzadıya durmak, bu dünyada âhiretten haber veren maddî gerçekleri biteviye sıralamak mümkündür. Bunun önemi de, hiç kuşkusuz, inkâr edilemez. Fakat âhirette olup bitecek hadiselere gelince, tamamen farklı bir âlemden söz ettiğimizi unutmamalıyız. Onun için, ölüm ve ötesine sıra geldiğinde, tümüyle gayb haberlerine yönelmek zorundayız ki, bu haberlerin de iki güvenilir kaynağı vardır: Kur’ân ve sahih hadisler. Bunların dışında bir kaynağın âhiret hakkında tartışılmaz bir delil teşkil etmesi mümkün olmadığı gibi, Kur’ân’ın ve Hadisin işaretlerinden yola çıkıp da o âleme bu dünyanın varlıklarını ve ölçülerini uygulayarak birtakım yorumlar yapmak ve manzaralar çizmek de geçerli bir yol teşkil etmez. Çünkü berzah ve âhiret âlemleri, hem varlıklarıyla, hem de kanunlarıyla farklı âlemlerdir; bu dünyanın yasaları orada bir ölçü teşkil etmez. Bu bakımdan, elinizdeki kitapta, âhirete dair haberler tümüyle Kur’ân’a ve güvenilir rivayetlere dayanmaktadır; bunun ötesindeki haber, yorum ve tasvirlere itibar edilmemiştir.

Bununla birlikte, âhirete ait haberlerin ödül ve ceza olmak üzere iki yönünün bulunduğunu da dikkatten uzak tutmamak gerekir. Gerek Kur’ân, gerekse Hadis, bize her iki yönde de haberler vermektedir. Önemli olan, bu haberlerin özünü kavrayabilmek ve onları dengeli bir şekilde değerlendirebilmektir. Yoksa, ödül veya cezadan sadece bir tanesi üzerinde yoğunlaşmak veya bunların muhataplarını dikkate almamak gibi sebeplerle, tamamen doğru haberlere dayanarak yanlış ve yanıltıcı sonuçlara ulaşmak da pek kolaydır. Bir tarafta âhireti dünya hayatına tâbi kılacak ve âhireti umursamayanların keyfini kaçırmayacak şekilde dini yorumlayanlar, diğer tarafta da iman ehline dünya ile beraber âhireti de zehir etmeye çalışanların durumları ortadadır; bunların hepsi de aynı kitaba, aynı rivayetlere dayanmaktadır.

Kur’ân’ın ve Hadisin âhirete dair haberlerini toplu bir şekilde incelediğimizde, kendimizi bazı önemli sonuçlar karşısında buluyoruz.

Birincisi: Esas olan âhirettir; herşey ve özellikle insan, âhiret için vardır. Dünyanın da var oluş amacı bundan ibarettir. Yoksa, âhiret dünya için var olmadığı gibi, insan da bu dünya için yaratılmış değildir.

İkincisi: Âhirette de esas olan, ödüldür. Yaratılışa gerekçe teşkil eden şey, Yüce Allah’ın herşeyi kuşatan rahmetidir. O, kullarını rahmetinden sonsuz bir şekilde ve sonsuza kadar nasiplendirmek istemiş, onun için varlık âlemini yaratmıştır. Ceza ise, var olmakla birlikte, yaratılışın asıl amacı değildir; bu, asıl amaçtan sapan ve kendilerini rahmetten uzaklaştıranların kendi kendilerini mahkûm ettikleri bir âkıbettir.

Üçüncüsü: Kur’ân’da gerek Cennete, gerekse Cehenneme dair pek çok tasvir yer almaktadır. Bunlardan birincisi Allah’ın dostları, ikincisi ise düşmanları içindir. Mü’min ise, ne kadar günahkâr olursa olsun, hiçbir zaman Allah’ın düşmanı değildir; bu dünyada Rabbine düşmanlık etmediği için, âhirette de Ondan düşman muamelesi görmez. Onun için Kur’ân’da yer alan ve sözün gelişinden de anlaşılacağı gibi Allah’ın âyetlerini yalanlayan kâfirleri ilgilendiren Cehennem tasvirlerini yerli yerinde değerlendirmek ve bunların insanları şirkten ve inkârdan sakındırma amacı üzerinde yoğunlaşmak gerekir. Tabii, bu, hiçbir zaman Allah’ın azabının hafife alınabileceği anlamına da gelmemelidir. Kur’ân’ın mü’minlere yönelik birçok emir ve yasağında “Allah’tan korkun” şeklinde ifadeler yer alır; mü’minlerin özellikleri arasında da “Allah’ın azabından korkmak” şeklinde bir nitelik vardır. Şu kadar var ki, bu korku, insanı ümitsizliğe düşüren değil, Allah’ın rahmetine sevk eden bir korku olmalıdır.

Dördüncüsü: Âhirete ait haberlerin bir yönü uyarı ve sakındırma, diğer yönü ise müjde içerir. Bunlar arasında bir denge vardır; bu haberleri naklederken, o ânın şartlarına göre birine ağırlık verilecek olsa bile, bu dengenin belirli sınırlar içinde korunması gerekir. Geçmişte, sakındırma yönüne fazlaca ağırlık verildiğini görüyoruz. Belki de bunun haklı sebepleri vardır. Zira zamanın şartlarına göre, insanların yükümlülük derecelerinde değişme olduğu da bir vakıadır. Peygamberimizin, Sahâbîlerine şu şekilde hitap ettiğini biliyoruz:


Siz öyle bir zamandasınız ki, içinizden kim kendisine emredilenin onda birini
terk etse helâk olur. Fakat öyle bir zaman gelecek ki, emredilenin onda birini
yapan, kurtulacak.
[2]

Bugünün dünyasına kim baksa rahatlıkla görür ki, bizim bulunduğumuz yer, hadiste anlatılan zamanların birincisinden çok ikincisine yakın düşmektedir. Bu bakımdan, dinin çok daha büyük bir duyarlılıkla yaşandığı zamanlarda sıkça tekrarlanma ihtiyacı duyulan uyarıları aynı şiddet içinde bugün tekrarlamanın çok fazla gerçekçi bir tutum teşkil edeceğini sanmıyoruz. Zamanımızın şartları, insanın Rabbinden ve Peygamberinden gelecek müjdelere daha çok ihtiyacının bulunduğunu ve bu tür haberlere daha içtenlikle cevap vereceğini göstermektedir. Risale-i Nur Külliyatının bu konuda ortaya koyduğu örnek, son derece ilginç ve başarılı bir yöntem teşkil etmektedir. Müjdeyi ve muhabbeti esas alan ve “Kabre gülerek girin” mesajını veren bu yöntemin etkileri büyük kitleler üzerinde görülmüş ve onları hem hayata, hem de âhirete ciddî bir şekilde bağladığı gözlenmiştir. Doğru olanı etkili bir şekilde anlatmak ve göstermek isteyenler için, bu yöntem, denenmiş bir örnek olarak ortada durmaktadır ki, elinizdeki kitapta da elden geldiğince aynı yol izlenmeye çalışılmıştır.

Değerli okuyucularımızı bu kitapla baş başa bırakmadan önce bir hatırlatma:Elinizdeki kitabın daha özlü bir başka versiyonu, Aile Okulu içinde yayınlanmıştır. Âhiret adını taşıyan ve dizinin altıncı kitabını teşkil eden bu çalışma, çocuklar ve yetişkinlerle birlikte, aile içinde—veya arkadaş grupları arasında—yürütülecek okuma ve müzakerelere esas teşkil etmek üzere hazırlanmıştır ve herbir bölüm, o bölümde işlenen konuları pekiştirecek ve hayata yansıtacak alıştırma ve etkinlikleri içermektedir.

[1] Zilzâl Sûresi, 99:7-8.
[2] Tirmizî, Fiten: 79.

Ayetler ve İbretler / yeni bir dizi

KUR'AN ÇALIŞMALARINDA YENİ BİR SOLUK Bir süredir Dost TV ekranlarında yayınlanan Ayetler ve İbretler programının ilk 80 bölümü, iki kita...