Pazartesi, Ağustos 15, 2005

Herşeyin hikâyesini merak eden adam'dan

Kar çığlıkları
Ümit Şimşek


O gece kar yağışı sabaha kadar sürdü. Önceleri sakin sakin yağdı kar. Daha sonra tipiye dönüştü. Pencere pervazlarından uğultusunu işittiren şiddetli bir rüzgâr, kar tanelerini önüne katmış uçuruyor, bir o kadarını da yerden kaldırıp savuruyordu. Yere paralel şekilde uçuyordu kar taneleri; sanki hiçbiri inemiyor gibiydi. Fecrin ilk ışıkları vurmaya başladığında her yer beyaza bürünmüş, ortalık sakinleşmişti.


Ağaran günle birlikte, Cem kendisini dışarıda, karların üstünde yürürken buldu. Hiç uyumamıştı. Hafif bir kahvaltı eşliğinde birkaç bardak demli çayla uyanıklığını tazeledikten sonra sıkıca giyindi ve yeni günü karşılamak üzere karşı tepelere doğru yola çıktı.

Rüzgâr hızını kesmiş, kar ise hafiften yağmaya devam ediyordu. Işıkları birer ikişer yanmaya başlamış evlerin arasından, kimsesiz sokaklardan, kar altında birbirinden ayırt edilmez hale gelmiş arabaların yanından geçti. Gün ağarırken, karşı tepedeki mezarlığın içinde, karlara bata çıka ilerliyordu. Belli bir hedefi yoktu. Adımları kendiliğinden götürüyordu Cem’i. Belli ki, içindeki Uzaylı sessiz sadasız yönetimi ele almıştı!

Ağaçların hepsinde saf ve sade bir güzellik vardı bu sabah. Yapraksız dalların üzerinde biriken karlar, ağaçları kardan bir heykele dönüştürmüştü. Servilerin puslu sabah güneşi altındaki görüntüsü ise daha bir gizemliydi. Sipsivri göğe uzanan buzdan kristaller gibi dizilmişler, uzaklaştıkça buğulanan bir manzara resmediyorlardı. Arkadan belli belirsiz vuran güneş ışığı ise, bu yolun başka bir âleme açıldığını haber verir gibiydi.

Ve Cem yine bir başka âlemdeydi.


Önce yukarılara çıktı. Bulutların arasından bir küçük kar kristali seçti kendisine. Bu, kar tanesinin yapıtaşlarından biriydi ve bir toz parçacığının çevresine yapışan donmuş su damlacıklarından ibaretti. Ne damlacıkları sayabildi Cem, ne parçacıkları. Mahşerî bir kalabalığın, hummâlı faaliyetlerin ve büyük bir gürültünün tam ortasındaydı. Hiçbir şey yerinde durmuyordu. Herşey, her an, her yöne doğru hareket halindeydi.

Bütün bu faaliyetler arasında, nice beldelerin üzerinden geçti Cem. Tanımadığı yerlerdi buraları. Dağları, ovaları aştı. İnerken ise yalnız değildi. Yüzlerce kristal bir araya toplanmış, hep birlikte bir muhteşem mimarînin kuruluşunda yer almışlardı. Minyatür ölçekte, buzdan saraylardı bunlar—her köşesi nakış nakış işlenmiş saydam saraylar. İçleri hava doluydu. Hacim olarak onda dokuzluk bir kısmı hava teşkil ediyor; onu çevreleyen narin işlemeli saydam yapı ise hacmin ancak onda birini kaplıyordu.

Bir özelliği daha vardı saydam sarayların: Herbiri benzersizdi. Cem’in içinde bulunduğu yapı da, o güne kadar göklerde kurulmuş milyar kere milyar kere milyar kere milyar kar tanesinden biriydi. Ama daha önce onun tıpatıp aynısı hiç yapılmamıştı; herhalde bundan sonra da yapılmayacaktı.

Cem, buluttan ayrılışıyla yere konuşu arasında geçen o upuzun zaman içinde, milyonlarca kar tanesini, bir kar tanesinin içinden seyretti. Aydınlık bir uzaydaydı Cem. Yıldızlar vardı sadece. Gündüz vakti yıldızlar. Göz alabildiğince yıldızlar. Herbiri farklı, herbiri nakış nakış işlenmiş yıldızlar. Parıldayan kristaller. Kristallerden avizeler. Dönen yıldızlar, inen yıldızlar. Sağdan, soldan, yukarıdan, aşağıdan uçuşan yıldızlar. Yahut kristal saraylar. Hepsinin üzerinde de gideceği yer ve ineceği nokta yazılıydı.

Binlerce metre yukarıdan düşüşe geçtiğinde, yere çakılacağını sanmıştı Cem. Öyle olmadı. Kimi zaman sert rüzgârla savruldu, kimi zaman sakince indi. Ama hiçbir zaman bir düşüş değildi bu. Sonunda, filolar halinde, bir dağ tepesindeki orta büyüklükte bir krater gölü ile onun çevresindeki yamaçlara inen buzdan saraylar arasında, Cem de usulca yere kondu. Gölden çok uzak olmayan, dik bir yamaç düşmüştü onun payına.

Cem bir süre sessizliği dinledi. Farklı bir sessizlikti bu—konuşkan ve akıcı bir sessizlik. Sadece sesin yokluğundan ibaret bir hal değildi; farklı bir musikisi vardı. Daha önce kavak ağaçlarından dervişlerin zikrini, yahut dünya dolusu çiçeklerin duasını işittiği gibi dinledi bu musikiyi Cem. Bu sessizlik de bir zikirdi hiç kuşkusuz; anlatılacak ne varsa doyumsuz bir sükûnet içinde anlatıyordu: denizleri kaldıranı, bulutlara yükleyeni, rüzgârı göndereni, gökte yıldızlar yapıp usulca yere indireni, yeryüzünü bembeyaz örtülerle döşeyeni…


“Ya göl cephesinde durum nasıl?”

Cem’in içindeki Uzaylı, keşiflerini daha ötelere taşımak niyetindeydi.

“Gel,” dedi. “İstersen yıldızları bir de suyun altından seyredelim.”

Hiç itiraz etmedi Cem. Yamaçtan gölün altına inmek, gözünü bir yerden başka bir yere çevirmek kadar kolaydı. Gittiği yerde ise, Cem’i, kırk yıl düşünse aklının köşesinden geçiremeyeceği bir sürpriz bekliyordu.

Suyun üzerine konup çözülen yıldızlar değildi şaşırtıcı olan. Gerçi bu kadarı da seyre doyulmayacak bir manzaraydı. Fakat o yıldızların suya karışırken attıkları çığlıklar tarif edilecek gibi değildi! Tiz mi tiz, insan kulağının işitemeyeceği seslerdi bunlar. Belki çok ince bir çınlamaya benzetilebilirlerdi. Belki de suya atılan taşların yol açtığı halkalar gibi dağılan ve dağıldıkça zayıflayan bir tür çınlamaydı bunlar. Her an binlerce kar tanesinin suya konuşu ile birlikte gölün her tarafından gelen bu kar çığlıkları, gerçekten işitilmeye değer bir yankılanmaydı. Her tarafta çınlamalar vardı; sanki yer ve gök bir garip yankılanmadan ibaret hal almıştı. Bir başka halkanın tam ortasındaydı Cem, Uzaylısıyla ve Dünyalısıyla. Oysa gölün, dışarıdan bakıldığında, ne kadar sessiz ve durgun bir hali vardı! O sessizlik ve durgunluğun bağrında fırtınaların kopacağına kim ihtimal verir?

“Hiçbir şey göründüğü kadar basit değil” dedi Cem.

“Birşey ne kadar basit görünüyorsa o kadar karmaşıktır” diye cevpa verdi içindeki Uzaylı.

Galiba bir dünya kanunu daha keşfedilmişti: Birşey ne kadar basit görünüyorsa o kadar karmaşıktır. Cem bunu zihninin bir kenarına not etmekle yetindi. Doyumsuz bir seyahatin, yahut bir rüyanın tam ortasında idi; uyandırılmak istemiyordu.

“Manzarayı daha küçük bir ölçekte izleyelim istersen.”

Uzaylının teklifi Dünyalı Cem’e hiç yabancı gelmedi. Bu dünyada küçük ile büyük arasında bir fark bulunmadığını çoktan öğrenmişti. Az önce keşfettiği kanunu da dikkate aldığında, birşeyin küçüldükçe büyüyeceği sonucuna varabilirdi.

Bir kar tanesinin suya inişini, Cem, bir su molekülünün bakış açısından karşıladı.

Bir yıldızın inişiydi bu. Küçülen mekânda zaman uzadıkça uzadı. Bir saniyeye bir yıldızın hayatı yerleşti. Cem, ağır ağır, yıldızın bütün zerrelerinin suya batışını izledi. İşin aslı, iki farklı kılığa bürünmüş bir varlığın kavuşmasından başka birşey değildi. Çok önceleri, bu yıldız belki yine bu gölün bir parçasıydı, kimbilir? Belki buradan bir yolunu bulup denizlere akmış, belki bir çiçeğin yapraklarından süzülüp havaya karışmış, sonra kardan bir yıldız olmuş, sonra da dönüp buraya gelmişti. Titanic’in suya gömülüşünü canlandıranlar, gelsinler, bir de binlerce yıldızın bir krater gölüne gömülüşünü ekranlara taşımayı denesinler!

Kardan yıldız suya battıkça, şeffaf tuğlaları birer birer çözülüp suya karıştı. Derken, yıldız, içindeki kargoyu serbest bıraktı. Bu koskoca bir balondu. İçi suyla dolu bir balonun yere düşüşü sırasında aldığı şekillere benzer bir biçimde gerildi ve esnedi havadan balon. Su zerreleri ona yol verdi. Gerilmesi ve esnemesi bir konuşmaydı. O sözü su zerreleri kaptı. Zerreler, zerrelere iletti işittiklerini. Minik kulaklar sözü olduğu gibi işitti, hiçbir ayrıntısını kaçırmadan. Sonra da minik ağızlar olduğu gibi aktardı işitileni, hiçbir şeyini eksik etmeden. Zerrelerden halkalar kuruldu. Halkalar sözü birbirine iletti.

Sonra, işini bitiren balon yükseldi, yükseldi, gölün yüzeyinden uçup gitti başka bir halkaya, yahut yeni bir yıldıza doğru.

Bir kar tanesi, sonsuza yakın bir zaman dilimi içinde göle karıştı.

O zaman diliminde, zerrelerden zakirler, bir zikri sayısız ağızlarla tekrarladılar.

Dünya o sonsuzluk içinde bir gölden mi ibaretti, bir kar tanesinden mi?

Bunu kestirecek halde değildi Cem.

Yalnız emin olduğu birşey vardı:

Herşey ve her söz bir zikirden ibaretti, o kadar.


(Yazarın Zafer Yayınları arasında çıkan Herşeyin Hikâyesini Merak Eden Adam adlı kitabından alınmıştır. Kitap ile ilgili bilgiyi aşağıda, bir sonraki yazıda bulabilirsiniz.)

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Tefekkür mü tasvir mi?
Hayal mi hakîkat mi?
İlim mi sanat mı?
Mü'min bir kulak, kulak verdiğinde
kar tanelerinden duyduğu zikirdir işte böyle!..

Ayetler ve İbretler / yeni bir dizi

KUR'AN ÇALIŞMALARINDA YENİ BİR SOLUK Bir süredir Dost TV ekranlarında yayınlanan Ayetler ve İbretler programının ilk 80 bölümü, iki kita...