Salı, Ağustos 09, 2005

MEDYA İLE GELEN DÜŞMAN

Bir ülkü aranıyor
Ümit Şimşek
(Uçan Üniversite’den / Zafer Yayınları)



Polonyalılar, yüzyılı biraz aşan bir zaman içinde en az dört ayrı sömürgeci güç karşısında mücadele verdiler. Bu mücadeleler sırasında pek çok defalar, yardım umdukları yerlerden hıyanet gördüler: Napoleon onları bağımsızlık vaadiyle savaştan savaşa sürdü; Avrupa, ülkenin paramparça edilişini kayıtsız gözlerle seyretti. ABD ve İngiltere, Nazi işgalinden henüz kurtulmuş Polonya’yı Sovyetlerin ayakları altına serdi. Zamanın en güçlü devletleri ile karşı karşıya geldiklerinde, Polonyalıların, kendilerinden ve kendi millî değerlerinden başka güvenebilecekleri bir yer hiç olmadı.

Polonyalıların var olma mücadelelerinde, her yer bir savaş alanıydı: tavan araları, bodrumlar, ormanlar, çalışma kampları, üniversiteler, tersaneler, aşevleri, kreşler, müzeler, sokaklar... Her zemini ve her imkânı akıllıca ve cesaretle kullanan Polonyalılar, kültür savaşlarında hiçbir zaman mağlûp düşmediler—en azından komünizmin çöküşüne kadar.

Komünizmin çöküşünden sonra ise, virüs, Polonya’yı farklı bir yerden yakaladı. Ülke bir defa daha topyekûn bir kültür istilâsına uğradı. Ancak bu defa silâhlar hiç konuşmadı. Memleket topraklarını askerler işgal etmedi. Darağaçlarından, sürgünlerden, kamplardan eser de yoktu. Gelen, elini kolunu sallayarak geldi. Geldiği yerde de kendisini baş tâcı eden bir ev sahibi buldu.


Doğu bloku içindeki muhalefetin önde gelen isimlerinden Vaclav Havel devlet başkanlığına seçilirken, Polonyalı edebiyatçı Adam Michnik kendisine şu soruyu sormuştu: “Alkışlar bitip de ıslıklar başladığında kendini nasıl hissedeceksin?”

Alkışlar gerçi hiçbir zaman tükenmedi. Sadece, başka tarafa yöneldi. İnsanlar, kendilerini yarım asır önce Sovyetlerin eline teslim eden Amerika’ya, yarım asır sonra Sovyetlerin elinden kurtaran bir dost olarak yöneldiler ve onun tarafından gelen herşeye kucak açtılar.

Polonya dilinin yasaklandığı dönemlerde lisanlarını öğrenmek ve yaşatmak için hayatlarını tehlikeye atanlar, bu defa, gönüllü olarak yabancı bir dili benimsediler. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında caddelerdeki Lehçe dükkân tabelalarını Ruslar polis zoruyla değiştirmişti; komünizm sonrasında ise insanlar bunu kendi arzularıyla ve iyi birşey yaptıklarına inanarak yapmaya başladılar. Tabelalarla beraber konuşma dili de değişmeye başladı; günlük hayat İngilizcenin istilâsı altına girdi. Artık Amerikalılara ait ne varsa bir mükemmellik simgesiydi Polonya halkının çoğunluğu için. Kariyer, başarı, özgürlük, demokrasi, hattâ fazilet, Amerika ile eşdeğer kavramlar haline geldi. Ve Amerikalılarla beraber, Polonya’ya herşey birer birer geldi: McDonalds, Coca Cola, Marlboro, derken sinema, derken, televizyon, derken şiddet ve seks... Amerikan yapımları ekranları öylesine kapladı ki, devlet, radyo ve televizyonlara, yayınlarının yüzde 30’unu yerli yapımlara ayırma mecburiyeti getirdi. Ancak Amerikan yapımları, kendilerine tanınan yüzde 70’lık kontenjanı doldurmakta hiç zorlanmadılar. Siyasal alanda da Amerikancılık hemen hemen hiç muhalefetle karşılaşmadı. Öyle ki, birçokları, Polonya’yı, “Amerika’nın batması imkânsız uçak gemisi” olarak tanımlamaya başladı.

Tüketim kültürünün en güçlü silâhı televizyondu. Ve dünyanın geri kalan kısmı gibi, Polonya da bu silâh karşısında savunmasızdı. Seks-pembe dizi-şiddet üçlüsü, Polonya ve diğer Doğu bloku ülkelerinin televizyonlarında da bütün bir halkı esareti altına almakta zorlanmadı. “Kendimize yeni bir ilâh edindik,” diyordu Çekoslovakyalı edebiyatçı Ivan Klima. “Onun adı, Eğlence.”

Eğlence ve onunla birlikte gelenlere talep yükselirken, eski değerlerin popülaritesinde de aynı hızla düşüş yaşanmaya başladı. Lenin Tersanesinde Mickiewicz’in şiirleriyle ağlayan işçiler yok artık; buna ihtiyaç da kalmadı. Edebiyat ve tarih, en güç anlarda Polonyalılara kim olduklarını hatırlatıyor ve bütün dünyaya karşı direnme azmi aşılıyordu. Derken, birden bire, kendilerini sınırsız bir özgürlükle karşı karşıya buldu Polonyalılar. Engeller yok olmuş, mücadele edecek birşey kalmamıştı. Böylece, yoğun bir mücadele dönemi, birden bire, bir idealsizlikle bıçak gibi kesilivermişti.

Fakat kâinatta boşluk olmaz. Polonyalıları en güç anlarında birleştirdikten sonra en rahat zamanlarında terk edip gitmiş olan ideallerinin arkada bıraktığı yeri, Amerikancılık hemen dolduruverdi.

Birçokları bugünkü duruma geçici bir dönem olarak bakıyor. Belki bir şaşkınlık dönemi. Belki bir iki nesil, bu şaşkınlık içinde kaybolup gidecek ve sonra Polonyalılar, daha önce olduğu gibi, kayıp değerlerinin inşasına bir daha sıfırdan başlayacaklar. Veya, silâhlı ayaklanmaların sonuç vermediğini görüp de Organik Çalışmaya yöneldikleri gibi, bugünkü durumdan kurtulmak için de yeni bir yöntem geliştirmek gerektiği sonucuna varacaklar. Muhtemelen de bugün yurttaşlarını bu kültür istilâsından kurtarmak için alabildiğine özgürlük içinde avazları çıktığı kadar bağırıp da bir türlü sesini işittiremeyen bir azınlık, yine böyle bir oluşumda çekirdek görevini yerine getirecek.

Ama, ne olursa olsun, Polonyalılar, herşeyden önce, kaybettikleri şeyi bulmak ve kendilerine ulusal bir ülkü edinmek zorundalar.Onu buluncaya kadar da herhalde Amerikan idealleriyle idare edecekler.

(Uçan Üniversite hakkında bilgi edinmek için, aşağıda yer alan

"Uçan Üniversite Hakkında Bir Değerlendirme"
"Uçan Üniversite'den"
"İnanılmaz Bir Sivil Direniş Macerası"

başlıklı yazıları okuyabilirsiniz.)

Hiç yorum yok:

Ayetler ve İbretler / yeni bir dizi

KUR'AN ÇALIŞMALARINDA YENİ BİR SOLUK Bir süredir Dost TV ekranlarında yayınlanan Ayetler ve İbretler programının ilk 80 bölümü, iki kita...